Zaman; sondan hâsıl olan sonsuz doğurganlık…

Abone Ol

Saatlerimize bakalım.

Ne görüyoruz?

Gördüğümüz, birbirine kavuşmak için her lâhza ileri atılan bir çift akrep ve yelkovandan mı ibaret?

Yoksa Planc sözcüğüyle ifade edilebilecek en küçük “zaman’’ biriminin çatısında, her an tazelenen bir silsile biçiminde (var)ın yok oluşunu ve (yok)un var oluşunu seyredip, nihai hedefin imha etmek olduğu bir varlık-yokluk mücadelesine mi şahit oluyoruz?

Zamanı, iki zıt kutup olan varlığın ve yokluğun zihin yakıcı sirkülasyonu olarak kavrayabilmek nasibimizde varsa; zamana üstün bir kıymet yükleme beceresi de fikir dağarcığınıza mıhlanmış demektir.

Bize düşen, zamanı boğarak vahşice söktüğünüz fikir dağarcığımızı, zamanı emerek yeniden dikmek…

Peki, aciz dokunuşlarla içi boş derinlikler açtığımız ‘’sökük dağarcığımızı’’ nasıl dikeceğiz? Asıl soru bu.

Üstad, her an bir “devam’’ vehmi içinde olduğumuzdan dem vurur. Der ki; yanlış! Hiçbir şey devam etmiyor. Allah her an bütün kâinatı idam ediyor, her an ihya ediyor.

Yani sona erişten hâsıl olan sonsuz bir doğurganlık…

Cereyan eden bir oluş çizgisi var, evet. Fakat her bir oluş, vadesini doldurmuş bir bitişten doğuyor. İşte zaman mefhumu da, var olduğu anda yok olan ve yok olduğu anda var olan bir oluş çizgisini temsil ediyor. İç içe girift olmuş bu varlık-yokluk süreci de; tabiatı itibariyle devamlı değil, kesik kesik…

Sonuç itibariyle zaman, görülenin aksine akmıyor. Her an yeniden doğup her an yeniden ölüyor.

Sorunun cevabı işte burada gizli.

Sır, fikir dağarcığımızı eritici rehavetin sıcaklığıyla devamlılık vahametine saplanmak yerine, kesik kesik dediğimiz her anın kıymetini bilme fehametine sarılmakta…

Ruhumuza tebessüm edip nefsimize çemkiren zamanı hak ettiği gibi idrak edip, hak ettiği gibi yaşamakta…

Bir ağ gibi diyor Üstad; Allah zamanı üzerimize atmış…

Topyekûn (hiç)in ve (hep)in sarmalandığı sonsuz bir ağ…

Bizim vazifemiz, Allah’ın “madde ve eşya üzerine’’ doladığı bu ağ ile; beynimizi zonklatıcı fikir telakkilerini kuşanıp boğmadan boğuşmak… Eninde sonunda hapsolduğumuz o ağdan (zamandan) kurtulacağımızın bilincinde, yine o ağın seri ve acımasız kucaklamalarına karşılık verip, haddimizi bilerek zamanın ötesine hazırlanmak…

Mesele, zamana karşı edepsizlik küstahlığından sakınmak.

İncelik, kıyamete kadar sürecek büyük imtihanda mücerret bir kâğıt işlevi gören zamanı, devamlılık gayesiyle fakat devamlılığın aldatıcılığına da kapılmadan satır satır doldurabilmekte. Satırlar ne denli haysiyetliyse zamanın atlatılacağı o ulvi mekâna kavuşabilmek de o denli yakın.

Burada yakınlıktan kasıt, ecnebi dâhilerin zaman kavramına doldurduğu madde çamuruyla yoğrulmuş fizikî mesafe değil. Zamanın bile karşı koyamayacağı, yanıp kül olacağı kalbî bir mesafe…

Ve dahi zaman; aynamızın yankısı…

Zaman; günahlarımız, sevaplarımız, fikrimiz, zikrimiz, şükrümüz, vicdanımız, tavrımız, bütün benliğimiz…

Zaman; öz kimliğimiz…

Ya kazandıklarımızı kaybedeceğiz zamanda ya da kaybettiklerimizi yeniden kazanacağız!

Ya “en üstün sanatkârlıkla’’ örülmüş o ağda(zamanda) dekor kurtuluşlar arayıp gaflet içerisinde boğulacağız ya da gerçeği kabullenip aklımızı ve ruhumuzu zamanın kendisiyle bütünleştireceğiz!

Zamanın ötesine, zamanı ezerek değil; kıymete muhtaç olanın arayışıyla geçeceğiz!