Maneviyatımıza son yüzyılda çelme takıldığını bile göre, aynı yerden bir kere değil, defalarca vurulmaya talip ola ola geçtik.
Dün FETÖ, bugün “Üç Muhammed” müellifi, sonsuzluğa talip iken “Ey talip” diye seslenen sonra yüzünü dünya manzarasına dönmeyi seçen birisi ve daha niceleri çıkıyor, geçtiğimiz yollarda karşımıza…
Neredeyse yollar tutulmuş, ne vakit geçmeye kalksak aralarından çelmelerine takılmamak için, “euzu besmele” çekerek, “destur” diyerek, şeytanın şerrinden muhafaza olmak gerekiyor.
İyi niyet taşlarıyla döşenmiş yollardan her geçişimizde yeniden düşüyoruz.
Islah olmaz bir “ezbercilik”le kat ederken yolları, sesinden, sözünden ihlas aktığı zannına yakalandığımız bir faniden yana hayal kırıklıkları düşüyor bahtımıza. Her düşüşümüzde bir derin yara alıyor ruhlarımız, inancımız, imanımız. Güvensizlikle sancılanıyoruz!
Bir de, sızlanmalarla ayağa her kalkışımızda, birbirimize bakıp dinimizi en iyi yaşayanın kendimiz olduğunu zannettik. Tam da buydu çelme takanların maksadı.
Maksatlarına mağlup olduğumuzu sorgulamak yerine birbirimizin imanını, amelini masaya yatırıp ihlas kontrolüne kalkışalım ki, kalkışmaya amade bir ruh haliyle asayişimiz berkemal olmasın!
Halbuki mü’min kardeşimizin kalbindeki imanın mihenk taşı biz değildik. İman, ancak Alemlerin Rabbi olan Allah’ın nezdinde tartılasıydı. Zira Allah, şah damarımızdan yakın, gizli ve aşikâr olanı gören, kalplerimizi en iyi bilendi.
Ezelde “Elestü bi Rabbikum!” sorusunu sorandı. “Rabbî Allah!” diyendik. Buna rağmen Yaratıcımızın ayet ayet indirdiği hakikatlere, peygamberimizin “sünnet-i seniyye”sine gözümüzü kapatıp manâ âlemimizi güpegündüz gece eylediğimizi fehmedemedik.
O geceye, modern dünyadan yıldızlar devşirip hakikate körleşerek o suni ışıltıya ram oluverdik.
Sünnet; kanun ve yol demekti oysa… Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) sözü, hal ve takriri, Müslümanların ittibâında ve dinlemesinde maddi ve manevi pek çok fazilet bulunan, tatbikinde mühim sevaplar, terkinde mühim zararlar bulunan İslamî emirler demekti…
Seniyye ise çok kıymetli, çok mühim ve alî demekti. Biz dünyamızı ve ukbamızı saadete eriştirecek bu kıymetli yolu kulaktan dolma yahut uydurma hadislerle hafife aldık. Ve işte böyle aldandık. Ziyana uğratıldık!
Vahy-i İlâhiyi tahrife güç yetiremeyeceğini bilenler, yol haritamız olan hadisleri tahrif ederek, uydurma hadisler ekleyerek çelme taktı bizlere ve biz ataletin derin uykusundan gözlerimizi araladığımızda, mahmur bakışlarla aslî kaynaklarımıza bakmak yerine kulaktan kulağa oynamayı yeğledik.
Rabbin soracağı soruları birbirimize yöneltme cüretini de işte bu gafletle gösterdik. Özden söze, eylediğimizden ibadete, giyimden kuşama, yemeden içmeye zahir ile hükmedip imanî ve amelî tayinlere yeltendik.
Makyajlıyı ötekileştirirken, manevi makyajlıların hırçın ve hoyrat eleştirileriyle “emri bilmağruf, nehyi anilmünkeri” birbirimize yapmanın ibadetten olduğunu sandık.
Ötekileştirdiklerimizi menzilimizden çıkarırken, bizimkilerle(!) aynı siperde, yan yanayken ve güvende hissederken kendimizi, içimizden vurulduk. Hem öyle böyle değil, izafi hiç değil, kurşun yağdırdılar (15 Temmuz) üzerimize de ancak anladık!
Fakat biten, duran, kaybolup yok olan bir tuzak değil bu olup bitenler.
Öyleyse “Rabbî Allah” diyen ruhlarımızla kelime-i şehadetimizi tazelemek, mana âlemimizin üzerine çöken karanlığı delmek, yenilenmek için “Kitab”ımıza ve Sünnete daha sık danışarak, hakikati kuşanarak, bastığımız yeri, yolu yoklayarak, attığımız adımları kollayarak, sözümüzün kayda geçtiğini, kalbimizden geçenin bilindiğini hatırlayarak yol almak nasibimiz olsun inşallah!
Rabbim esfel-i safilin derecesinden muaf, sırat-i müstakim makamına matuf eylesin cümlemizi. Âmin!