Malum süreç sırasında bir grup vardı medyada “inanmayın bunlara” diyordu PKK için. “Bunlar barışmazlar”, “bunlar yeniden saldırmak için mola aldılar”, ‘PKK ilk fırsatta ülkeyi kan gölüne çevirecek” diyorlardı. Haklı mıymışlar? Hem de nasıl, tam isabet tespitler yapmışlar. Ne dedilerse çıktı.
PKK’nın yayıldığı illerden birinde görev yapan bir Vali, “gel dolaşalım biraz” demişti odasında konuşurken. Yürümeye başladık. “Odada ne dediysem unut, tuzağa çekiyor PKK” demişti. Tuzak mı? diye sorunca ben, “Evet tuzak! Mahkemeleri var, vergi almak için hazırlanıyorlar, askere alma ocağı gibi sistem kurdular çocukları dağa götürüyorlar. Şehirlere silah yığıyorlar ve daha fenası devletin sakin ve sürece uygun tavrı için -devleti yendik, buralar artık bizim- diye vatandaşa baskı yapıyorlar” demişti.
Devlet “barış süreci”, PKK “geçiş süreci” diyor yani öyle mi? diye sormuştum. “Aynen öyle, geçiş süreci. PKK bu sakinliğe geçiş süreci olarak bakıyor. Bir bahane, bir fırsat kolluyorlar” demişti. Aradan zaman geçti Vali bey’in de haklı olduğu çıktı ortaya.
O zamanlar iki büyük eksiği ve iki büyük engeli vardı PKK’nın. Türkiye’nin “barış süreci” dediği aslında onlar için “geçiş süreci” olan dönemi nereye doğru evireceklerine ve ne zaman hamle yapmaları gerektiğine karar veremiyorlardı bu engeller ve eksikler yüzünden. O sırada milyonlarca insan, PKK’nın bu kararsızlık halini barışa doğru bir ilerleme zannediyor, seviniyor ve umutlanıyordu. İnanmıştık yani barışa.
Şimdi haklılarmış dediğim “gerçekçiler” var ya, onlar eleştiriyordu bizi, “PKK’ya inanan saflardık” çünkü. Evvela bu “gerçekçilerin” yaptığı hatayı söyleyeyim. Evet inandık, iyi ki de inandık hamdolsun. Evet umutlandık, barış olabilir diye umutlandık. Fakat biz PKK’ya inanmamıştık ki; Erdoğan’a inanmıştık. Kandırıldıysam eğer bu gün ben, beni kandıran Erdoğan’dır. Vebali günahı onun boynuna. Bana dua ettiren, beni umutlandıran, bana sabır telkin eden PKK değildi ki, Erdoğan’dı. Bende hatırı olan, üzerimde etkisi olan PKK yahut destekçileri değildi ki, Erdoğan’dı. “Milliyetçiliği ayaklarımın altına aldım” dediği günü hâlâ hatırlıyorum. Baldıran zehri içmeye razı olan hali ikna etmişti beni.
“PKK geçiş süreci diye bizi kandırırken devlette benim gibi dua mı ediyordu?” diye önemli bir soru sormak lazım. PKK’nın ortalığı velveleye verdiği “Kalekollar” yapılıyordu o zamanlar, yani devlet her şeyin farkındaymış demek ki. Şimdi hepsini ensesinden yahut anlından avlayabildiğine göre kimin ne yaptığını tek tek biliyormuş demek ki. Madem farkındaydı da niye bekledi o zaman? Devletin güvenliğinin tanımı değişmişti çünkü. Önce özgürlük, önce refah ve ferah diyordu artık devlet. Güvenlik, devletin kendini koruması değil insanı koruması olarak değişmişti artık.
Gelelim PKK’nın iki büyük eksiğine ve engeline. Birinci eksik artık Kenan Evren yoktu. Yani ceberut, işkenceci, tanımayan, ezen devlet gitmişti. Bu PKK için çok büyük bir eksikti. Buhara kıssalarında şöyle anlatılır: “Gecenin karanlığını sonsuza dek sürecek bir lanet gibi anlattı şeytan yeni akıl baliğ olmuşlara. Korktular ve aydınlanmak için ateşe mecbur olduklarına inandılar. Şeytana inanmış olanları, medreseleri yaktılar, kitapları yaktılar yoksa görmeyecekti gözleri. “Sabah olacak, güneş doğacak, durun yakmayın” diye anlatan ihtiyarları da yaktılar ve ateşlerin arasında aydınlığı savunan adamlar zannettiler kendilerini”
PKK’nın “karanlığı aydınlığa çıkarmak için yakmak zorundayız” diye yaydığı fitnenin zemini yoktu artık. Bir diğer eksik ise “savaşacaksan ihtiyacın olan tek şey bir düşmandır. Gerisi? Gerisi kahramanlık hikayeleri” kuralına ters biçimde ortada düşman da kalmamıştı.
Engel ise, kendilerini var ettikleri “Kürtçülük” çözümlemeleri paspaye bir haldeydi ve Kürtler bile inanmıyordu. İkinci engel ise, “hedefinde olan ya da koruman gereken bir haritan yoksa savaşın da yoktur” Çok didindiler ama bir türlü hedef haline gelebilecek makul bir haritaya inandıramadılar kimseyi.
Ne oldu? Suriye’nin kuzeyinde, Almanların Hicaz Demiryolu inşaatı sırasında istasyon şantiyesi kurmaları sebebiyle şirket anlamına gelen Kobani dedikleri Aynel Arab bölgesini PYD işgal etti. İşgalden sonra oynanan kanton tiyatrosunu PKK’ “şartlar değişti” diye okuyacaktı. Ki öyle de okudular ve bizim barış süreci, onların geçiş süreci dediği sakinlik döneminin nereye evrileceğini keşfettiler.
İran ile P5+1 anlaşmasından sonra para kaynağı da açılmıştı, çünkü muhtemel Türkiye-İran ticaretinin darbelenmesi gerekiyordu. Ama ilk hamle yapılamıyordu bir türlü. Acilen gerçek ya da hayali bir düşman ve savaşı başlatacak bir olay gerekiyordu.
Her türlü düşman ihtiyacını tatmin eden DAEŞ, PKK’ya da istediğini verdi. PKK artık nefesini tutmuş patlamanın nerede olacağını bekliyordu ki; 20 Temmuz’da bir öğlen vaktinde Suruç katliamı oldu.
Bugün, ortada artık üzerine konuşmaya gerek yok. Her gün aynı soruyu soruyorum kendime. Bir daha “sürece” inanır mıyım? Kendi adıma konuşuyorum: Evet! Bir daha olsun bir daha inanayım. Yine sabretmek için dişlerimi sıkarak bekliyeyim. Bana yine saf mısın, PKK ile barış olmaz diye anlatsınlar “haklı çıkan adamlar” ben yine “bir umut var ama” diyeyim.
Barış için umutlanmanın, bir daha, bir daha teşebbüs etmenin iç dinamiği, İrlandalı yazar Samuel Beckett’in “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil” sözünden daha öte ve daha gerçek bir duruş sergilemeliyiz.
Şeytan’ın kıyamete kadar müsaadeli olduğunu yok sayıp, ilk hayırlı işimizde fitne ve fesadın yeryüzünden tamamen kalkacağını zannetmek sadece bir gaflet değil aynı zamanda kendimizi şirke yakın bir sınırda büyütmektir de. Tamda bu sebeple, iyilik olsun diye edilen bütün dualara amin diyoruz. Kandırıyorlar mı bizi? Olsun kandırsınlar. Bilmedikleri şey; İyiliğin kazanması demek nihaiyi netice değildir, bu hal üzere kalabilmektir. Yine barış olsun, yine inanalım. Çünkü PKK, biz barışa inandıkça kaybediyor aslında.