İsmail Erdoğan
“Şehirlerin anası Medine” darb-ı meseliyle büyümüş kuşaklara tuhaf gelecek olan bu başlık, bir muhabbet esnasında şair İlhami Atmaca’nın dilinden döküldü ellerime. Ben de öpüp tac eyledim yazımın başına.
Peki, neden İstanbul? Neden Roma, Paris ya da Londra değil de İstanbul?
Bu sorulardan önce şu soruyu sormak gerek: Yeryüzü şehirlerinin ana fikri olmak ne demek?
Ana fikir ibaresi daha çok edebiyat derslerinde karşımıza çıkar. Hepimizin bir ana fikir sabıkası vardır. Ana fikir bir metnin ya da düşüncenin hülasasıdır. Asıl anlatılmak ya da varılmak istenen noktasıdır. Ana fikri bildiğinizde nerden gelip nereye gideceğinizi de bilirsiniz. Gelenekten geleceğe seyr-ü seferi tanırsınız ana fikri bilirseniz. Tam da bu noktada İstanbul’u bilmek yeryüzü şehirlerinin hülasasına varmaktır. Çünkü 10000 yıllık tarihi, Megara’lı Byzas’ı, Constantin’i ve Fatih’iyle İstanbul, yeryüzü şehirlerinin aynasıdır.
Gerek jeopolitik ve topografik konumu, gerek doğal liman altın boynuzu, gerekse de içinden geçen incisiyle (Boğaziçi) İstanbul, tarih boyu gözde olmayı başarmıştır. Bu hal, fethe ya da işgale açık hale getirmiştir onu. Ve sayısız kuşatmalara. Bir kadını bin kişi sever, bir kişi alır hesabı, İstanbul’un da seveni çok olmuştur ama sevgisine karşılık verip ruhunun sırlarını açtığı yiğidi pek azdır. O yiğitlerin sonuncusu Fatih’tir.
Hiç kimse, Fatih Sultan Mehmet kadar sevmemiştir İstanbul’u. “Ya ben İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni…” sözü bunu kanıtlar niteliktedir. Rüyalarını görmüştür İstanbul’un. Gündüz düşleriyle İstanbul’u kurmuştur kafasında. Bir yanda Peygamber müjdesine nail olmak vardır onu tahrik eden, diğer yanda koskoca bir medeniyet mirasına hükmetmek. Doğu’nun ve Batı’nın hadimi İskender’in otağına kurulmak. Kurulmuştur otağa Fatih ve “daima muzaffer” olarak vurmuştur mührünü fethettiği şehre. İstanbul’un yeryüzü şehirlerinin ana fikri oluşunda Fatih’in tavrı önemlidir. Fetih sonrası, ganimet hakkı olarak şehirde yağmaya izni verse de kadim eserlere dokunulmasına izin vermemiştir. Onlar benimdir diyerek, Ayasofya’nın altın mozaiklerini tahrip eden yeniçeriyi darp etmiştir.
Bilir Fatih kültürel hazinenin değerini. Medeniyet mirasına sahip çıkar. Ufki bir bakışı vardır. Zamanı kendisiyle başlatıp kendisiyle sonlandırmaz. Düşlerini kurduğu şehrin savaş sebebiyle tahribatı üzer hatta onu ve Ayasofya’nın kubbelerinden Nefs-i İstanbul’u izlerken ağzından şu dizeler dökülür:
“Perdedârî mî-koned der kasr-ı Kisrâ ankebûd/ Bum nevbet mîzenet der kal’a-i Efrâsiyâb”*
İstanbul’un bu makamı elde etmesinin sayısız sebebi vardır. Onlardan biri, bütün büyük medeniyetlerden izler taşımasıdır. Yapı, gelenek ya da bir yapı da öğe olarak. Mesela Ayasofya, kadim medeniyetlerin toplanma alanıdır adeta. Sanırsınız ki devamlı toplantı haindedir Mısır, Balbek, Helen, Yunan, Roma ve Osmanlı. Hepsinden izler hepsinden kutsal parçalar taşır bünyesinde. Jüstinyen yaptırırken Ayasofya’yı buna çok dikkat eder. Gökte asılıymışçasına duran kubbesiyle bu ulu mabedi yaptırırken İmparatorluğun bütün kudretini gözler önüne serer.
Bir başka örnek, Romalıların Hipodrom, ecdadın at meydanı dediği Sultanahmet’tir. Sultanahmet dışında yeryüzünün hiçbir meydanında 3500 yıllık mazisiyle yaşayan bir anıt yoktur. Bir adıyla Obeliks diğer adıyla Dikilitaş, Yukarı Mısır’daki Karnak’tan getirilmiştir. Şehrin kurucusu Constantine Mısır’dan İskenderiye’ye, 1. Teodosius ise İskenderiye’den İstanbul’a getirtmiştir, dünyanın tek parça halindeki en büyük porfir sütununu. Yine Sultanahmet 35 metre altında Gladyatör odaları ve mahzenleriyle benzersiz bir meydandır.
Bunlar delil teşkil etse de ana fikir oluşuna, İstanbul’un asıl büyüklüğü üzerine kurulduğu yüksek standartlardır. Kuruluşu ve sakinlerinin yaşayışı itibariyle İstanbul, yüksek standartların hayat sahnesidir. Bunu, Constantine’de de görürüz, Fatih’te de.
Fatih Sultan Mehmet, şehri imar ve inşa ederken komplekssizdir ve kadim görüntüsüne pek müdahale etmez -Ayasofya’nın mozaiklerinin kapatılmaması bunun en güçlü delilidir. Güzel olanı koruyarak, onu daha güzelleştirmenin yoluna gider. Müslüman’ın görevinin dünyayı güzelleştirmek olduğunun bilicindedir Fatih. Bu bilinçle külliyesinin imarına girişir. Ayasofya’yı tamir ettirir. Önce Eski Saray, sonra Topkapı adıyla meşhur Yeni Saray’ı yaptırır. Hem Fatih hem de ondan sonraki padişahlar İstanbul’un kentsel belleğini dikkate alıp mekânsal sürekliliğine tabi olmuşlardır. Topkapı Sarayı’nın Sarayburnu’na yapılması tesadüfi değildir. Çünkü Doğu Romalıların Magnum Palatium’u (Büyük Saray) oradadır. Yine “Kapalı Çarşı”nın yapılıp, Divanyolu’nun Tarihi Mese caddesinin uzantısı olması bununla ilgilidir. Osmanlı’da olduğu gibi Doğu Roma’da da Divanyolu en önemli kamusal merkezdir. Mekanların ruhu vardır zira -mekansal teoloji alanı bununla ilgilenir. O ruh tarih sathında biriken değerleri ve yaşanmışlıkları bünyesinde taşıyarak sonraki zamanlara aktarır. Yani bir caddede yürümek ya da bir mabedde soluklanmak sıradan bir vakıa değil tarihsel derinlik taşıyan bir ritüel biçimidir. Kulak kabartıp dinlemeyi başarsak, bir düşünün neler anlatacaktır Çemberlitaş bize. Süleymaniye, şahit olduğu yakarışları hangi kelimelerle dile getirecektir. Bu yaşanmışlıklardır bir yeri değeri kılan. Bir yerin değerine değer katan.
Mekânsal açıdan böylesi özelliklere sahip İstanbul’un bir de kültürel ve davranış boyutunda sahip olduğu özellikleri vardır ki, bu şehri ana fikir yapan asıl onlardır. Komşunun hakkını gözeten, güneşini kesmeyen evler üreten, dile şiirsel bir tını veren, kaotik bir manzara yerine sanat eseri görünümü veren semtler üreten, sokaklarında nara atılmasına izin verilmeyen, atan biri olursa “Başka İstanbul yok diyerek” te’dib edilen, caddeler, sokaklar kirlenmesin diye atla dolaşıma izin verilmeyen, mahremiyeti gözeterek birbirine bakan kapıların olduğu evler yerine, girişlerin çapraza denk getirildiği evler üreten, soğuk kış günlerinde yiyecek bulabilsinler diye karların üzerine yiyecek bırakmakla ilgili vakıflar üreten, kuşlara saraylar inşa eden, insanı merkeze koyarak abide eserleri bile insanların hizasına indiren formlar üreten, ev değil komşunun alındığı, siftahı yapanların yapmayanlara yönlendirildiği, topografyaya müdahale edilmediği, spekülatif bir yaşam yerine diğer her şeyle uyumlu bir hayatın üretildiği bir kültürü vardır ki İstanbul’un, diğer bütün şehirlere fikir verir. Onları sarsar ve daha güzeli için tebliğ vazifesi görür.
Böyle bir şehirdir İstanbul. Ne benden öncekiler anlatmakla bitirebildi, ne de benim kelimelerim yeter İstanbul’u anlatmaya. Ayasofya birinci tepede, Süleymaniye üçüncü tepede dalgalandığı sürece bu böyle devam edecek. İstanbul bir fikir, İstanbul ana fikir olarak yaşamaya devam edecek.
Baki selamlar!
*“Kisra’nın köşkünde örümcek kapıcılık etmede, Afrasiyab’ın kalesinde ise baykuş beş vakit davul çalmadadır.”