Yedi yaşındasınız. Yıl 1968 ve 2001: Uzay Macerası filmini babanızla sinemada izliyorsunuz. Ve yıllar sonra büyük bir yönetmen olduğunuzda bu o filmi izlerken hissettiğiniz duyguları insanlara yeniden hissettirmek istiyorsunuz.
Christopher Nolan bir röportajında Yıldızlararası (Interstellar) filmi için bunları söylüyor. “2001’i mutlaka kucaklamak, benimsek gerek çünkü 2001 bu türde bir mihenk taşı” diye de ekliyor.
Yerçekimi (Gravity) filmini sinemada izlemiştim. Açıkçası uzay boşluğunun uçsuz bucaksız oluşu inanılmaz bir tefekkür penceresi açsa da insan zihninizorlayan ve bazen de yoran, canını sıkan bir tabloya dönüşebiliyor. Hakim olamadığımız bir alanın içerisinde kaybolma ve yitip gitme duygusu bir süre sonra sinir bozucu hale geliyor. Yerçekimi gibi filmleri gerçeklik duygusuna çok yakın oldukları için -Yıldız Savaşları (Star Wars) benzeri bilim-kurgu filmlerine oranla- izlemesi daha zor. Başımıza gelmesi muhtemel olayları ve hikayeleri hissediyoruz nihayetinde. Yıldız Savaşları ise tamamı kurmaca olan hayali dünyalarda geçtiği için ‘dünya yansa umurumda değil’ modunda izleyebiliyoruz.
Ama Nolan gibi “Bir işin içinde samimi bir meydan okuma varsa insanlar buna saygı duyarlar. Benim izleyiciye tavrım çok basit; ben de bir izleyiciyim, hepimiz öyleyiz" diyen bir yönetmen ile karşı karşıya kaldığınızda her şey çok daha başka oluyor.
Burada defaatle söylemişimdir, benim için bir filmi izlerken teknik süreçten ziyade aktardığı duygu veya anlık hisler çok önemlidir. Yıldızlararası filmini vizyona girdiği tarihlerde izleme fırsatı bulamamıştım. Her şeyin bir vakti zamanı olduğu gibi onun da zamanı geldi ve oturup izledim. Filmin içerisinde neredeyse baştan sona fizik kuramları ile ilgili bilgi gerektiren teknik detaylar var. Bu zaman zaman izlemedeki akıcılığı etkiliyor. Ama genele baktığınızda (fizik meselesini düşünerek) benim gibi sıradan birisine bile mesajlarını aktarabilen güzel ve anlamlı bir bütünlük oluşuyor.
Filmin hikayesi bir çiftlikte başlıyor. Cooper isimli iki çocuk babası bir çiftçinin mısır tarlalarının üzerinde uçan bir İHA’nın kontrolünü ele geçirip onu arabasının arkasına atmasıyla günümüzden oldukça ileri bir zamanda yaşadığımızı anlıyoruz. Tarlalarda buğday ve mısır dışında hiçbir şeyin yetişmediği o günlerde insanoğlu dünya dışında yeni yaşam alanları aramaktadır. Cooper ve kızı Murph ilginç bir şekilde NASA’nın yaptığı bu araştırmaların içerisine dahil olurlar.
Buraya kadar çok fazla merak uyandırmayan filmin asıl olayı ise Cooper’ın “Eskiden göğe bakıp yıldızlardaki yerimizi merak ederdik, şimdi yere bakıp topraktaki yerimize kafa yoruyoruz” demesiyle başlıyor.
İnsanlığın geleceği için topraktaki yerinden de vazgeçen Cooper uzay boşluğunda yeni bir yaşam alanı arayışına katılıyor. Filmin belki de tefekkür boyutuna geçişi de bu akikalarda başlıyor.
İnsanoğlunun hayatta kalma ve hayatı kalıcı kılma içgüdüsü nedeniyle yaptığı bu arayışların içerisine yine içimizde yer alan “hayatta kalmak için öldürme”duygusu da eklenince meselenin yeryüzünde veya uzayda geçip geçmemesinin de bir anlamı kalmıyor.
Daha önce hayat arayışı için uzaya gelen Dr. Miller’ın indiği ve tamamen su dolu olan gezegen ve yine Dr. Mann’ın indiği buzlarla kaplı gezegenini gördüğünüzde içini garip duygular kaplıyor. Alemlerin Rabbi (“Rabbül Alemîn”) olan Allah’ın varlığına ve birliğine olan imanımız daha da güçleniyor. Evet bu bir film olabilir. Ama Kur’an’da geçen bazı kavramları çok daha iyi algılamamıza vesile olduğu bir gerçek.
Dr. Miller’ın indiği Gargantua isimli çok büyük kütleli karadeliğin yakınındaki su dolu gezegeninde geçen her dakikanın dünyanın 7 yılına tekabül etmesi ise insanın aklını başından alacak kadar üzerinde düşünülmesi gereken bir durum.
Filmin bilimsel altyapısı ile ilgili yapılan bir araştırmada şu bilgilere yerveriliyor: “Kip Thorne’un danışmanlığında kurgulanan film baştan sona bilimsel kuramlara dayanmakta. Fantezi öğeleri yok filmde. Ancak bu bilimsel kuramların hepsi aynı türden değil. Kip Thorne Yıldızlararası’nın Bilimi kitabında bilimsel kuramları üçe ayırıyor: İlki, kanıtlanmış bilimsel gerçekler (görelilik kuramı, kuantum kuramı vb gibi). İkincisi ise henüz kanıtlanmasa bile kanıtlanacağına kesin gözüyle bakılanlar (örneğin henüz Mars’a insan gönderemediysek de yakın bir zamanda göndereceğimiz kesin). Üçüncü tür bilimsel kuramlarsa, diğer bilimsel kuramlarla çelişmeyen ancak henüz kanıtlanmamış kuramlar (sicim
kuramları, 5 veya 11 boyutlu uzayzaman vb gibi). Bu kuramların doğrulanacağına dair bir kanıt yok elimizde. Ancak diğer kuramlarla uyum içinde olduklarından bunlara fantezi veya hayal ürünü olarak bakamayız. Belki ilerde yanlışlanacaklar ve yerlerini başka kuramlara bırakacaklar ama şu anda bunları kullanarak evrene ilişkin bazı olguları açıklamaya çalışmakta bir sakınca yok. Sonuçta bu bir film, eğlenceli ve ufuk açıcı olması gerekiyor.”
(Kerem Cankoçak, İTÜ) Filmin sonlarında yer alan boyutlar ile ilgili bölüm ise Bediüzzaman’ın Mektubat’ında yer alan Hızır Aleyhisselam'ın hayatta olup olmadığı ile ilgili soruya verdiği hayat mertebeleri ile ilgili cevabı aklıma getirdi.
“Elcevap: Hayattadır. Fakat merâtib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten, bazı ulema hayatında şüphe etmişler.
Birinci tabaka-i hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıtlarla mukayyettir. İkinci tabaka-i hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet değillerdir. Bazan, istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir…”
Devamında ise şehitlerin hayat tabakası ile ilgili bölümde -meseleyi biraz daha iyi anlamamızı sağlayan- bir örnek verir: “Nasıl ki, iki adam bir rüyada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir; aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. 'Ben uyansam şu lezzet kaçacak' diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor; hakikî lezzet ile hakikî saadete mazhar olur. İşte, âlem-i berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri öyle farklıdır.”
Açıkçası Yıldızlararası’nın çok övülmesi ve neredeyse kusursuz bir film gibi gösterilmesi nedeniyle filmi izlemeye başlarken oldukça önyargılıydım. Ama filmin içerisine yerleştirilmiş sevgi, hayatta kalma arzusu, hayatta kalmak için öldürme arzusu, zaman ve boyut gibi meseleler benim filmi kendime yakın bulmama vesile oldu.
Stephen Hawking,’in başka bir yıldız sistemine minik bir uzay aracı gönderme projesine destek verdiğine dair haberler geçtiğimiz ay medyada yer bulmuş.
Milyarder Rus işadamı Yuri Milner bilgisayar çipi boyutundaki "uzay gemilerinin" geliştirilmesi için 100 milyon dolar bütçeli bir araştırma programı başlatmış, bu projeye Facebook kurucusu Mark Zuckerberg de destek vermiş.
Tüm bu bilgilerin ışığında baktığımızda Yıldızlararası filminin senaryosunun ciddi bir danışman ekip tarafından ele alındığını da gösteriyor.
Hans Zimmer’in müziklerini yaptığı filmin seslerini de oldukça sevdiğimi öyleyeyim.
Filmin oyuncu kadrosundan neredeyse hiç bahsetmedik. Filmde Matthew McConaughey, Anne Hathaway, Jessica Chastain, Matt Damon, Bill Irwin,
John Lithgow ve Michael Caine gibi isimler yer alıyor. Film Fizikçi Kip S. Thorne'nun evrendeki 'Solucan Delikleri' teorisinden ilham alınarak yazılmış ve çekilmiş.
Gelelim neticeye… Bediüzzaman’ın eserlerinde yer verdiği hayat mertebelerini iyi okumuş olsak belki de bu tarz filmleri bizler yazıyor olabilirdik. Ama biz şuanda Leonardo DiCaprio’nun Mevlana rolünde oynayacağı filmi tartışıyoruz.
Bırakalım yapsınlar diyorum ben. Kimsenin bizim keyfimizi bekleme zorunluluğu yok. Ülkemizde evliya filmleri zamanında yapılmış bir Mevlana filmi var. Biz onunla idare ederiz. Yıldız meselesine gelince, orada geyik yapmak daha eğlenceli. Sonucunda “yıldızlar da kayar, durmaz yerinde…”