Yeni dünya düzeni için; dokunuş, his, duygu, kalp dili tehlikeydi. Ve Kovid-19 adlı virüs çıktı, mesafe oluştu. Temas ve yakınlaşma ortadan kalkınca, his dünyası dondu. Birbirinin içinde, birbirine mesafeli insanlar, dijital uygarlığı başlatacaktı. Başlattı da…
Sanal dünya bir yandan insanlığın karanlık yüzünü, isyanını beslerken, diğer yandan ultra güç ile donanmış beyin adımlarını kopyalamakta. Toplu beyin kontrolüyle değerler yok edilecek, ahlak kavramı da yeniden yazılmalıydı. Bu da insanlığın, inkârcılığa hazırlanması demek, yani yok oluşa!
Pandemi sürecinde, pratik hayat kavramı öne çıkarıldı. Artık bütün işlemlerimizi eğitimimizden tutun, kazancımıza kadar internet ile gerçekleştirme yoluna doğru ilerliyoruz. Kimimiz zaman geçirmek için, kimimiz zorunlu olarak cep telefonların, bilgisayarların ister istemez bağımlısı haline geliyoruz.
İnternette dolaşan zihinlerin izini arşivleyip kopyalayan sistem; yeni dünya düzenini kurma yolunda ilerlerken, oluşturduğu güç karşısında ileride ne gibi sorunlarla karşılaşacağını henüz kestiremiyor.
Dijital dünyanın deney çağında, yaşamanın zorluğunu inatla görmezden geliyoruz. Bir uçta hesaplar, kitaplar yapılırken, diğer uç tüketim enerjisi ile yeni insan modeli olma yolunda ilerliyor.
Bakmanın, anlamanın, yorumlamanın giderek zorlaştığı bir çağda, kendini kaybetmeden var oluşunu devam ettirecek bir nesil oluşsun istiyoruz ama bu uğurda da nedense bir şeyler yapmıyoruz.
Tablet ve cep telefonlarıyla bebekliğinde tanışan dijital çağ çocuklarının üzerinde, deneyler yaptığını henüz anlamış değiliz. İstenilen şey; tepkisiz, ruhsuz, fikirsiz insanlar yetiştirmek. İnsanlığı görüntü dünyasına hapsederek, her açıdan yönetmeyi hedefleyen sistem acaba amacına ulaşabilecek mi?
Hayal kuramayan, duygudan yoksun, paylaşım nedir bilmeyen son neslin çocukları, YouTube kanalları tarafından eğitiliyor. Cam ekranın içindeki dünyada büyüyen çocuklarımız, mükemmeliyetçi, kırılgan, her istediğini elde etmeye kendini adapte etmiş, huzursuz ve doyumsuz. İntihara meyilli, zihni bulanık bir gençlik internet karşısında yetişiyor. Duygusuzluk kontrol kaybına neden olmakta.
“Gerçeklik ve sanal arasındaki fark buydu: Gerçeklik, sevdiğiniz kişilerin kaybedeceğini bir yerdi. Gerçeklik, kalbinizdeki çatlakları hissedebileceğiniz bir yerdi.” Marie Lu, sanal gezegende yaşayanlara, “Elini kalbinin üzerine koy ve düşün” diyor.
Sanal dünya, size dair hisleri sizden çalan, görüntüden ibaret özel baloncukların içinde evcilik oynatan bir dünya değil mi? Yalancılık üzerine inşa edilen, yalana tutunuşu hedefleyen, inkârcılığı süsleyip servis eden bir dünya. Sanala bağımlı zihinler, uzaktan kumanda ile kontrol ediliyor, hal ve hareketlere de yön veriliyor. Kısacası, köleleşiyoruz.
İsyan için önce makineyi kullanan zihniyet, şimdi yeni dünya düzenini oluşturuyor.
Size, tanrısı siz olacağınız bir dünya teklif edileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Özgürce yıkıp, yapmanın anahtarını avuçlarınıza verileceğini mi sanıyorsunuz? Yanılıyorsunuz! Dijital platformun efendileri, itaatkâr zihinler istiyor.
Beğen tuşlarımızı saniye saniye takip ederek; zevklerimizi, nefretlerimizi, sevinçlerimizi öğrenerek bizi keşfetme peşindeler. Dertleri sen, ben, biz değil! Dertleri senin, benim oluşturduğum ortak davranış modellerini kodlamak.
Tepkilerimizi tahmin ederek, zaaflarımızı öğrenerek bizden sanal bir beden oluşturup, zihin haritamızı kodluyorlar. İnternete bağlandığımız an, ana sayfaya düşen görüntülerle, yazı ve mesajlarla da bizi istedikleri gibi kullanıma hazırlıyorlar. İlerleyen zamanlarda beyne gönderilen sinyallerle, beyin kontrolünün nasıl yapıldığına şahit olacağız.
Jeff Orlowski imzalı Sosyal İkilem (The Social Dilemma) 2020 yılında gösterime girdi. Belgeselde sosyal ağ şirketlerinde çalışanlar tarafından insanların nasıl manipüle edildiğini, özellikle çocukların ‘beğen’ tuşları ile nasıl bir girdaba sürüklendiğini, toplumu tüketime ve kontrol edilebilirliğe hazırlanışı anlatılıyor. İşin en ilginç yanı da sosyal medya kullanmayı topluma dikte edenlerin, kendi çocuklarını cep telefonlarından, internet kullanımdan uzak tutmaya çalışmaları. Ailelerini koruyarak, aileleri yıkmaları da paradoksun bir parçası değil mi?
Belgesel bittiğinde şu soruyu soruyor insan kendine: Twitter, Instagram, Facebook, Google ile manipüle edişi ifşa, oyunun ikinci sahnesi mi?
“Ürün olan, kendi davranışlarınızdaki ve algınızdaki kademeli, hafif algılanmaz değişiklik… Para kazanacakları tek şey budur. Ne yaptığınızı, nasıl düşündüğünüzü, kim olduğunuzu değiştirmek.”
Biz ürünün kendisiyiz. Sosyal medyadaki dolaşımımız da onlara kazanç. Saatlerce internette zaman geçirmemiz için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.
Bize ‘Kim’ olduğumuzu unutturmayı hedefleyen sosyal medya, bizim ‘kim’ olduğumuzu da unutmuş?
Bugünün penceresine şöyle sesleniyor Moliere: “En çok hoşumuza giden insan kendimize benzettiğimiz insandır.”
Kalbinize emanetsiniz…