Gençlerin vakit geçirmek için gittiği ya da özel olarak oraya gitmek için vaktini ayırdığı “mekân”lardan birine gidip oturdum. Burada geçirilen her dakika gençlere ayrıcalık katıyordu. Burada herkes özeldi. Ben hariç, çünkü yine bir büyük çay söyledim, kafelerde çayın berbat olduğunu bildiğim halde…
Yan masadaki gençlerin hararetli konuşmaları dikkatimi çekti. Birinin yanında nargile, önlerindeki masada kendilerinin de ne olduğunu bilmedikleri, garip renkte içecekler, hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlardı. Biraz kulak kabarttım, ne de olsa onlardan “büyük”tüm… Birazdan başlayacakları bir “savaş” için strateji geliştiriyor, “düşman”ın zaaflarını araştırıp aralarında değerlendiriyor, kullanacakları taktikleri tartışıyorlardı…
Az sonra, nargile içen genç masadaki Apple marka kılıcına davrandı. Önce güzelce bir temizleyip keskinledi kılıcını, sonra sallamaya başladı. Kılıcı o kadar hızlı kullanıyordu ki yaptığı hamleler karşısında birkaç düşman çaresiz kalmıştı. Gururla yanındakilere anlattı durumu.
Sonra bir tanesi, okunu yerleştirip Tweetini iyice gerdi. Dikkatlice nişan aldıktan sonra fırlattı okunu. Ok hedefin sırtına saplanmıştı. Adam dönüp “Beni neden vurdun, aynı taraftayız” dedi. Okçu genç birden haykırdı:
-Hain! Asıl bunlardan korkacaksın! Aynı safta olduğumuzu söylediği halde düşmana hizmet ediyor. Vurun, konuşturmayın!
Birdenbire hepsi ayağa kalkıp yerdeki adama vurmaya başladılar. Tekmeler, küfürler, Tweetler havada uçuşuyordu. Adamın haline daha fazla dayanamayıp diğer tarafa döndüm.
Arka taraftaki masada, mekâna girmeden önce ceplerindeki paradan minibüs ücretini ayırıp hesap yapan ve “Beyler, herkes en fazla birer latte ve ikişer çay içebilir. Ayrıca masaya kuruyemiş falan gelirse sakın kabul etmeyin” diye sözleşerek içeri giren tayfa vardı. Bu arkadaşlar “su kenarı” olduğu için “av”ın bol olacağını düşündüklerinden buraya gelmiş ve köşede pusuya yatmışlardı. Bu arkadaşların kılıçları o kadar iyi değildi belki ama “radar”ları çok sağlamdı…
Çaprazda ise elindeki gitarla usul usul bir şeyler çalarken arada bir durup yanındaki iki-üç kızla sanata dair bir şeyler konuşan, ilginç tipli bir çocuk vardı. Şarkıları söylerken o kadar ‘ince’liyordu ki önce yanındaki kızcağız söylüyor sandım.
Hemen karşımda arkadaşını bekleyen, dünyadaki tek derdi ojesinin bozulması ve garsonun içeceği getirdiğinde masaya biraz sert bırakmış olması olan bir kız vardı. Baktım onun da elinde Apple marka bir kılıç, sallayıp duruyor. Ama bunun kiminle ne için savaştığını anlayamadım, pek de savaşa benzemiyordu zaten. En azından şimdilik…
Kafamı yavaşça sağa pan yaptım ve olamaz! “Mekân”ların vazgeçilmezi, “Başörtülü kadın da diğerleri gibi her şeyi yapabilmelidir” cümlesinin vücut bulmuş hali olan arkadaşlardan bir grubun nargile partisini görmemek için gözlerimi kapattım.
Bakmadığım bir masa vardı. Sakince ve güzel bir malzeme çıkar umuduyla o tarafa doğru döndüm. Aa! Bilal Gençalp bu! Her zamanki gibi masasında büyük çay, oturmuş “gözlem ve tespit” yapıyor. Yanına gidip selam verdim.
-Ne yapıyorsun burada?
-Gözlem ve tespit…
-Neyi gözlemliyorsun?
-Gençlerin halini
-Ne varmış gençlerde?
-Görmüyor musun? Perişan durumdalar…
-Peki buna karşılık sen ne yapıyorsun?
-Yazı yazıyorum…
-Ne yazıyorsun?
-Gençlerin halini, durumları çok kötü…
-Peki bunun için ne yapıyorsun?
-Yazı yazıyorum…
-Ne yazıyorsun?
-Gençlerin içinde bulunduğu durumu…
-Hımm… Peki…