Yazarlar eksik doğan insanlardır kanaatimce. Diğerleri gibi gülemez, sevinemez, gezemezler. Hayat onlar için biraz daha tuhaf bir hal. Belki de yaşamayı tam manasıyla ve hakkıyla beceremedikleri için yazmayı seçiyor onlar. Doğma gafletini bir kez göstermiş olmaklıklarından muzdaripler ve o dertlerini kaleme, kâğıda söyletiyorlar. Ya da iradeleri dışında doğmuş olmalarından başka bir eksiklikleri vardır. Ve yazarak tamamlıyorlardır kendilerini. Benim de hayran olduğum, her yazdığına gözlerimin bebeklerini büyüte büyüte baktığım, bazen onların yazdıklarını okuyup da ilham çerağları yaktığım yazarlar var elbet ve bence onlar gelmiş oldukları bu âlemin sırrını anlamaya çalışan, efsunkâr, dertkeş, meczup, meclup ve garip insanlar. Sen şimdi “onlar eksik değil, esasında pek çoğundan çok daha ziyade tam olan insanlar” diyeceksin, itiraz edeceksin bana kâri, biliyorum. Ama ben inanıyorum ki onlar her insanın olduğu kadar noksanlar lakin farkındalıkları var. Eksikliklerinin farkındalar ve bir duaya âmin der gibi ve hatta öyle demek için yazıyorlar sadece. Yazmak belki de O’na ulaştıran yollardan biri ve yazabilenler böyle dua ediyorlar. Yani demem o ki yazmak dua etmeye benziyor; aşk gibi… Ya da ben böyle hayal ediyorum, öyle yapmak hoşuma gidiyor.
Senin de dikkatini çekti mi şimdiye değin bilemem kâri. Ama hani şu yazar sıfatını isminin başına alanların halleri bir tuhaf olmuyor mu sence de? Onlar aynı gözle baksalar da aynı şeyi görmüyorlar. Ya da ben öyle vehmediyorum. Bunun da ne batısı ne doğusu, ne İslam’ı ne Hıristiyanlığı var. Münevver, aydın, entelektüel sen hangisini dersen de böyle olan insanlarda bir zahitlik görüyorum ben. Dünyaya sahip olmaya değil de onu anlamaya çalışıyorlar sanki. Diğer insanlar gibi yaşamıyorlar, yaşayamıyorlar belki de. Onlar kadar fazla gülmüyorlar mesela, hayallerini günün mezarlarına gömmüyorlar, hüzünlerini kahkahalarıyla öldürmüyorlar. Tek sermayeleri kitapları mesela; ister okudukları, ister yazdıkları. Bir fincan kahvenin telvesine gömüyorlar gece uykularını. Ciğerlerini bir sigaranın dumanına teslim ediyorlar. Ama rüyalarını uykularına tercih etmiyor onlar. Çok zengin onlar, öyle zenginler ki, hayallerinden şekil almış kalemleri, rüyalarıyla karılmış kâğıtları var ve sonra aşk kokan ilhamları. İşte ben böylelerine hayranım. Zira onlar hüznü mutluluğa tercih etmiyorlar. Bence can yakan bir hüzün, neredeyse haykırarak atılan bir kahkahadan daha mutluluk vermeli insana. Ağlamak gülmekten daha hoş… Hem bir Sevgili’nin dediği gibi; benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Belki de yazanlar yahut yazabilenler bu sırrı çözebilen birkaç şanslı âdemdir kâri. Bilemeyiz. Ama keşke bilseydik.
“Çok yazmak için çok okumak gerek” demişti evvel vakitte bir hocam. Ve Meriç üstat her “Aklına geleni yazmak, yazı yazmak demek değildir” diye söylemişti. Elhak doğru kelam. Lakin buna ekleyeceğim şeyler var şimdilerde. Bence çok yazmak için çok dertlenmek de gerekiyor. İnsan derdi olmadan yazamıyor mesela. Ya da daha fazla mübalağa edecek olursam, ağlamadan yazamıyor. Ne tuhaf değil mi okuyanlar yazanları hep mutlu sanıyor oysa. Lakin şunu söyleyeyim ben şimdiye kadar çok mutlu olan bir aydın, yazar, münevver ne tanıdım ne duydum ne de kitaplarını okudum. Okuduğum her kitapta kurutulmuş bir gözyaşı gördüm ve ben en çok gözyaşı kokan kitapları sevdim. Okur ile yazar arasındaki fark da bu belki; okur kitabının arasında çiçek saklar yazar ise sayfalar arasında gözyaşları kurutur. Hangisi daha kıymetli? Cevabını bilsem de vermeyeceğim. Sen kendin cevapla kâri. Yazar sana sayfalar arasında kurutulmuş gözyaşları hediye ediyor. Derdini yazıyor sana, seninle dertleşmek istiyor, ağlıyor yazarken ve noksanlığını biliyor. Eksiğini tamam etmek istiyor yazarak ve şahit ol diyor sana.
“Şahit ol, ol ki ben yazarak dua ediyorum” diyor.
Duyuyor musun?