Yayınevlerinin ‘manavlardan’ ne farkı var?

Abone Ol

Malumunuzdur, maişetimi grafik sanatıyla sağlıyorum.

Mesleğin cilvesi, her sektörle çalışma imkânım oluyor. Amblemleri, kartvizitleri, broşürleri, afişleri, katalogları derken, sektörleri ve patronlarını yakından tanıma fırsatım oluyor.

Mesleğe başladığımdan bugüne seçici oldum.

Para kazanayım da hangi sektörden olursa olsun diye bakmadım.

Kazancın helâli için sadece alın teri yetmez. (*)

Çalıştığım sektörlerden birisi de müzik sektörüydü.

Türkiye’de bir müzik sektörü var mıdır? Bu ayrı bir tartışma konusu.

Ancak, bu işlerin kotarıldığı merkez İMÇ’dir.

Hâlâ ‘merkez’ midir bilmiyorum.

Yapımcı ofisleri, stüdyolar, hatta müzik aletleri ve müzik dükkânları genellikle İMÇ ve bölgesindeydi.

Zamane şartlarıyla farklı adres edinenler olmuştur.

Sanırdım ki, bu sektörde işler, Yavuz Turgul’un Muhsin Bey filmindeki gibi yürür.

Yani, yapımcılar müflis Muhsin Bey misalinde olduğu gibi dibe vurmuş olmasa da yetenek avcılarıdır.

Yetenekliler, ya kapılarına dayanır, öyle keşfederler, yahut kendileri bizzat düşerler peşlerine.

Abartmayayım, üç aşağı, beş yukarı öyledir de.

Müşterilerimi ziyarete gittiğimde, Anadolu’nun bağrından kopmuş, bağlamasını kapıp gelmiş garibanların, yapımcıların ofis ve dükkânlarının önüne bağdaş kurup, yanık seslerini duyurmak için, avaz avaz türkü çığırışlarına şahit oldum.

Bazen, merakımın önüne geçemeyip, dükkânların önüne çıkarılmış sepetlere tepeleme yığılmış kasetlere göz atardım.

Bu sepetlerde, ismi cismi duyulmamış olanlar yanında, şansı yaver gitmiş ve meşhur olmuş bazı şarkıcı ve türkücülerin müstear isimlerle çıkarttıkları eski albümleri görür, şaşırırdım.

Anlardım ki, meşhur olmak için nice uğraş vermişler.

Meşhur olmak isteyenlerin kapısını aşındırdıklarının, sadece yapımcılar olduğunu sanmayın.

Yüksek tirajlı gazetelerin magazin servisleri de uğrak yerleridir onların.

Halkın karşısında kasım kasım kasılan birçok ünlünün, magazin servisi müdürlerinin önünde el pençe divan durduklarına şahit olmuşumdur.

İşin cilvesi. Böyle yürüyor işler.

Beni asıl şaşırtan, Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş bu garibanların, albümlerini genellikle kendi paralarıyla finanse ettiklerini öğrenmek oldu.

Kimi inşaatlarda çalışıp denkleştiriyormuş parasını, kimi memleketindeki baba evini, arsasını satıp geliyormuş İstanbul’a hayalleri uğruna.

Ve, aç kurtlar gibi kendilerini bekleyen -güya- yapımcıların eline düşüyor, bir güzel sömürülüyorlar.

Çıkarılan albümlerin masrafı fazlasıyla bu garibanlardan tahsil edildiği için, yayıncılar ve dağıtımcıların bu işten bir zararı olmuyor.

Türkiye gibi koca bir coğrafyada, -lâf olsun- ürettikleri üç-beş bin kaseti de kolaylıkla okuttukları için artı para bile kazanıyorlar.

Özetle, ne bir keşif var ortada, ne sanatsal kaygı. Tam bir üçkağıtçı tüccarlık.

Trajik bir hikaye.

Müzik yayıncılarında durum böyle. Peki, yayınevlerinde durum nasıl sizce?

Pek bir farkları yok.

Birçok şair ve yazarlık heveslisinin başına da aynısı geliyor.

Masrafını kendilerinin karşıladıkları kitapları basılıyor, hepsi o kadar.

Yayımcının ne bir yatırımı, ne tanıtım çabası oluyor.

Kitapçıların raflarında bile görünmüyor çoğu.

Şahsen birçoğundan haberdarım.

Nitelikli bilinen yayınevlerinden bazılarında da işlerin böyle yürüdüğüne şahit olanlar var.

Kötü yazar olmasına rağmen, babası ve annesinin sağlam cukkası sayesinde adını meşhur yazarlar sınıfına yazdırmayı başardı bazıları.

Birçok yayıncının mantık itibariyle, bir manavla arasında nitelik olarak fark yok.

Yabancı yayımcılarda bu işler nasıl yürüyor bilmiyorum.

Ancak, bir zamanların meşhur Fransız yayımcısı Gaston Gallimard ile ilgili bir anekdot aklıma geldikçe, bizim yayıncıların saygıyı hak etmediklerini düşünüyorum. (Elbette nitelikli yayınevlerini tenzih ederek.)

Galimard, küçük bir dergide, genç bir şairin şiirini okur ve çok beğenir. Gencin adresini bulur ve bizzat mektup yazar, şiir kitabını basmak istediğini bildirir.

Bu genci bugün tanıyorsak Gaston Gallimard’ın alicenap bir yayıncı olmasının payı var.

Unutmadan söyleyeyim, o genç şair Paul Valery’dir.

Gaston Gallimard’ın kendisi de bir yazardı mı diyorsunuz?

Ben de onu söylüyorum zaten.

Domates satıcısı değil.

(*) Meslek hayatımda, üçkağıtçı emek sömürücüleriyle çalışmadım. Çalışma önerilerini de reddettim.