Geçtiğimiz günlerde İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi rektör yardımcısı Profesör Dr. Bülent Arı birdenbire popüler hale geldi. Arı, “Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede. Ülkeyi ayakta tutacak olanların -ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halkın- ferasetine güveniyorum. Onlar bu yanlışların hiçbirisini yapmazlar” diyerek son günlerde gündemdeki yerini koruyan bir kısım “üniversite çalışanı”nın (aydın demiyorum, zira onların aydınlığı, bize zifiri karanlıktır) bildiri olarak yayınladığı ve içinde terörle mücadele hususunda hükümete yönelik pervasız tenkit yapılırken PKK’yı eleştirmediği için terör sevicilik ile suçlanan meşhur beyannameye atıfta bulunuyor. Profesörümüz, devamında Jön Türkler örneğindeki gibi Türkiye’yi ateşe atmada hiç tereddüt etmeyen okumuş taifenin ülkede en tehlikeli sınıf olduğunu belirtiyor ve zihinleri berrak olduğu için hadiseleri en rahat ve sağlıklı okuyanların okumamış kesim olduğunu söyleyerek, aslında heyula gibi bir galatı, bir ezberi bozuyordu. Mübarek o kadar doğru şeyler söylüyordu ki içlerinde yerli airforceone’a binenleri de barındıran meşhur ve malum bir kısım medya, adamcağızı linç etmeye kalkışıyor amma velakin akl-ı selim cenahtan kimse de çıkıp “yahu durun bi dinleyin adam çok da yanlış şeyler söylemiyor aslında” demiyordu. Tam da kalemim bu satırlar üzerinde raks ederken Yasin suresi yeniden nazil olmaya başlıyor ve nüzul bitince ayetler kıyama durup tekbir getirmeye başlıyordu. Buradan koşup hakkı haykırdığı için linç edilen adama, Habib-i Neccar’a salat ediyorum.
Arı, aslında bildik şeyleri tekrar ediyordu. Ama William Lynch sağolsun. Yapmıştı bir kere yapacağını. Onun heterodoks müritleri geleneklerini bozmadı.
Arı, mezkur sözleri irad ederken “Bunları televizyonda açıkça söylemeye beis yok” diye cesur bir çıkış yapmıştı. Lakin Türkiye’nin hatta “pire” modern dünyanın en sofistike ve mahir katilinin medya olduğunu unutmuş olmalıydı. Çünkü Arı’nın sözleri bağlamından kopartıldı ve daha çok da meseleyi Abdülhamit – Erdoğan perspektifinde analiz ederek çoğu kişinin bildiği bir hakikati yeniden faş ettiği için tam bir itibar cellâtlığına maruz kaldı. O kadar üstüne varıldı ki adamcağız görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Bu arada üniversite yönetimini de bu açık medya terörüne boyun eğdiği için buradan kınamıyorum bile.
Bütün kelimelerin halıkı olan Allah (c.c.) insanın daha sonraları anlamını kaydırarak, buharlaştırarak ya da tahrif ederek lafız cinayeti işlemesine de sessiz kalmaz; kutsal kitaplardaki tanım ve vurgularla hangi sözcüğü nasıl anlamamız gerektiği hakkında bize yol gösterir. Bu meyanda şunu hatırlamalıyız ki Kuran, ne oturup kalkmasını bilmeyene ne de ilmi haiz olmayan kişiye cahil demez. Kutsal Mushaf, cehalet kelimesini bilgisi çok olduğu halde hakikati idrak edememiş kişiler için kullanır. Burası o kadar mühimdir ki Hz. Peygamber, kendi devrinin en entellektüel ve kültürlü şahsı kabul edilen Amr bin Hişam’ı, Ebu Cehl yani “cehaletin babası” şeklinde vasfeder.
İlim ile irfan, alimle arif arasındaki farkı pozitivist kafalara izah etmek güç. Zira bu zihniyetin çok fakir bir dünyası var. Biz varlığı bura ve öte diye zenginleştirip insanileştirirken onlar sadece buradan ibaret gördükleri için malumata boğulup irfanın tarifine bile tahammül etmezler. Oysa ilim sahibi olanın irfan sahibi olması, hamlettiği kitapların ağırlığıyla ilgili değildir.
Shapiro’nun hatırlattığı gibi insan bilgisiyle bir kelimeye parmak basabilir ancak ondaki esrarı çözemez. Sırları ancak irfan çözer.
Hakikat malumatla nişanlı; lakin ferasetle evlidir.