“Adamın biri arabasıyla giderken yolda bir yolcu alır arabaya... Adam arka tarafa biner.
Şoför: Eee hemşerim kimsin nereye gidersin?
Yolcu: Ben Azrail'im... Canını almaya geldim...
Şoför, alaycı bir tavırla: Sen mi Azrail’sin? Yav senin gibi Azrail olur mu hiç?
Yolcu sakin bir tavırla: Sen daha önce Azrail gördün mü de tarif ediyorsun? İnanmadın bana öyle mi?
Şoför: İnanmadım tabii...
Yolcu: O zaman 200 metre ileride bir adam daha alacaksın?
Gerçekten de adamın dediği gibi şoför 200 metre ileride bir yolcu daha alır. Ama yolcu ön tarafa oturur. Olaylar bundan sonra daha da enteresanlaşır.
Şoför yanındakine: Eee sen kimsin nereye gidersin?
Öndeki: Abi, beni merkezde bir yerde indirirsen çok sevinirim, adım falanca...
Şoför: Yav şu arkadaki adam, bana Azrail'im diyor. Görüyon mu şu herifi? Hem iyilik ediyoruz hem de dalga geçiyor zibidi.
Öndeki arkaya bakar ama kimse yoktur.
Öndeki adam: Abi arkada kimse yok ki...
Şoför, hışımla arkaya bakar: Kör müsün be adam arkada oturuyor ya?
Öndeki adam, arkaya bir daha bakar: Abi, senin kafan iyi mi, yoksa dalga mı geçiyorsun?
Bu sefer arkadaki söze girer: Gördün mü? Öndeki beni ne duyabilir ne de görebilir?
Şoförün bir anda dizlerinin bağı çözülür, beti beniz atar.
Arkadaki adam, şoföre: Hadi, arabayı kenara çek; iki rekât namaz kıl, canını alacağım.
Şoför, ağlamaklı çaresiz bir şekilde arabayı kenara çeker ve iner arabadan...
Sonra ne olmuş biliyor musunuz?
Adamlar, arabayı aldığı gibi kaçmışlar.”
Bu hikâyeyi okuyunca aklıma Osmanlı Devleti ve onu yık/tır/ıp bizi Anadolu’ya hapsedenler geldi.
Osmanlı arabamızdı, biz de o arabada yolculuk edenler. Önümüze gelen herkesi arabamıza alıp insanlık yapıyorduk. Sonra arabamıza binen birileri bize Azrail olduklarını söyleyip bizi ölümle korkuttular. Biz de biraz saf olduğumuz için bu numarayı yedik.
Arabadan indiğimizde arabamıza binenler tarafından arabamız çalındı. Yani Osmanlı Devleti yık/tır/ılıp (elimizden ç/alınıp) küçük bir parçasıyla yetinmemizi istediler. Hatta bu küçük parçayı bize bıraktıkları için onlara minnet duymamızı ve onlara sürekli vefa duygusuyla bağlı olmamız gerektiğini zihinlerimize öyle bir kazıdırlar ki…
Kısacası Ferrari’yi alıp Murat 124’ü bize verdiler ve bununla yetinmemizi söylediler. Şimdi o Murat 124’ten yepyeni Ferrariler hatta daha iyilerini yapma dönemindeyiz. Artık Murat 124’e göre hazırlanmış sahalar, içinde bulunduğumuz sınırlar, bizim hızımızı kesiyor ve hızımıza uygun daha geniş sahalara ihtiyacımız var.
Tercih dönemindeyiz, ya hızımızı azaltıp tekrar Murat 124’e razı olacağız ya da hızımızı kesmeden sınırlarımızı hızımıza uygun şekilde genişleteceğiz!..
Sanki Asya, Afrika ve Avrupa’nın önemli bir kısmında yollar açıldı ve bizim Ferrari dört gözle bekleniyor!..