Abdülhamit’le ilgili biyografik roman yazan ve günümüzde yaşananları sorgulayan bir düşünce insanı olarak, beni takip edenler bilir, dönemimizi hep Abdülhamit dönemine benzetmişimdir. Dönen dolaplara bakarsanız, bu konuda ne kadar haklı olduğumu da görürsünüz.
Yaşadıklarımız ve Abdülhamit dönemi yaşananlarla ilgili aralarında o kadar çok paralellik, benzerlik var ki, nerdeyse tıpkı basım. Hatta renkli fotokopi. Değişen sadece kahramanların, iyilerin, kötülerin, ihanetçilerin, basının, işbirlikçilerin, STK’ların isimleri, o kadar.
Osmanlıyı dışarıdan yıkamayacağını anlayan Batılılar, özellikle son yıllarında Devlet-i Ali’yi içerden çökertmenin daha mantıklı, daha az masraflı, daha yıpratıcı, daha kökten yok edici olduğunu fark etmişlerdi. Oyun hep şöyle; Avrupalı ve Amerikalı düşünce insanları yıllar öncesinden kafalarında planlar kuruyor, alt yapılarını oluşturuyor, üzerinde çalışacakları ülkelerde kimlerle, nasıl bir yöntem uygulayacaklarını belirliyor, ne bedeller ödeyeceklerini ve karşılığında neler alacaklarını hesaplıyor ve bir satranç oyununda oynar gibi oynuyorlar bizle. Bunun için içerden işbirliği yapacak siyasetçi, akademisyen, bürokrat, gazeteci, STK bulmakta hiç ama hiç zorluk çekmiyorlar. Hani, zaman zaman deriz ya, “ne kadar da çok ihanetçi yetiştirmişiz” diye, aynen öyle. Bizi, incelenmesi gereken bir bakteri gibi laboratuar ortamına alıyor, öldürebilmek için üzerimizde sürekli deneyler yapıyorlar. Milleti birbirine düşürme; ideolojik, siyasi, ırki, etnik, mezhepsel kamplara ayırma planları yeni değil. Yıllardan beri üzerinde çalıştıkları, sadece zamanı ve yeri geldiğinde, hangisi sıcaksa piyasaya sürdükleri birer argüman aslında bunlar, Batılılar için.
Konuyu daha iyi anlamak için daha somut örnekler vermek gerekirse, basın mesela; Abdülhamit döneminde 18’i Türkçe, 1’i Arapça, 9’u Rumca, 9’u Ermenice, 3’ü Bulgarca, 2’si İbranice, 7’si Fransızca, 2’si İngilizce, 1’i Almanca olmak üzere 52 gazete çıkıyordu. Türkçe çıkan gazetelerin çoğu da ne yazık ki yabancı sefarethanelerden para alıyordu. Abdülhamit’in, “para alan emir de alır, bunlara nasıl güvenip de başıboş bırakabilirim” diye şikayetlendiğine tarih şahittir. Hatta yine yakın çevresine, “aydınların hangi bilimsel, edebi, fikri, ilmi eserine destek vermemişim? Kütüphanem çevirme eserlerle dolu. Hiçbir kralın okumadığı kadar kitap okuyorum. Gelişmeye önem veririm. Bunlar hâlâ bana dar kafalı diyorlar.” diye dert yandığı da bilinir.
Bugün de öyle değil mi? Recep Tayyip Erdoğan’ı, çevresini ve hatta ona oy veren komple bir kitleyi cahil ilan etmiyor mu, sahibinin sesi kimi basın? Cumhuriyet’e, Sözcü’ye, Hürriyet’e ve FETÖ örgütünün gazetelerine, internet sitelerine, televizyonlarına bakın, ne dediğimi anlarsınız. Özellikle son günlerde tırmanışa geçen terör konusunda nasıl da Batılıların sesi konumuna geldiğini görün. Dış devletler bile terörü ve teröristi kınarken, yukarıda ismini saydığımız matbuat alemi PKK aleyhine en ufak bir eleştiri yapmıyor.
Teröre destek veren akademisyenlere gelelim. Yine Abdülhamit döneminde de kaosa destek veren, Avrupa’nın sesi aydıncıklar yok muydu? Mesela, çalıştığı İngiliz firmasına devletten ihale alamadığı için Avrupa’ya kaçan, hanedan sülalesinden Damat Celalettin Paşa ve oğlu Prens(!) Sabahattin’i unutabilir miyiz? Batı’da, Osmanlı’nın çöküşü için her türlü girişimde bulunmaları, bariz örnek değil mi? Başta Mithat Paşa olmak üzere bir çok paşanın, askerin, devlet erkanının İngiliz, Fransız ve Ruslardan rüşvet aldığını bilmeyen mi var bugün? Ülkesine ihanet eden akademisyenleri Batılılar kendi üniversitelerinde barındırmadıkları gibi, kafalarına birer kurşun sıkıp, memleketine ihanet edenin yeri çöplüktür, der, atarlar. Ama bizde ihanet eden el üstünde tutuluyor maalesef. MİT tırları davasında vatana ihanete eden Can Dündar’ın mahkemesine İngiliz, Hollanda ve Fransız konsolosları niye geldi sanıyorsunuz?
STK’lara gelince… Abdülhamit dönemindeki Mason dernekleri meşhurdur bu konuda. Abdülhamit’i tahtan indiren ve imparatorluğu on yıl gibi kısa sürede parçalayan ulusalcı ittihatçılar Mason’du. Batılılar tarafından kendilerine verilen görevi yerine getirmiş ve Osmanlı’yı yıkmışlardır. Bugün de kursağı Batı’ya bağlı, bilerek ya da bilmeyerek Avrupa’nın menfaatine hizmet eden o çok kadar STK var ki Türkiye’de? Gezi eylemlerinde bunu gördük mesela. STK’ları satın alarak düşmanı yok etmek, Batılılar için masraflı ama garantili bir yol. Gerek basını, gerek STK’ları, gerekse kimi akademisyenleri kullanarak amaca ulaşmak, savaştan daha mantıklı değil mi?
Terör… Diyarbakır, Ankara ve İstanbul’da, Ermenilerin sesi PKK ve DAİŞ tarafından defalarca bombalar patlatılıyor, onlarca insanımız şehit oluyor, bir o kadar da yaralımız var, teröristi suçlamak, terörü kınamak yerine sahibinin sesi kimi aydınlarımız, gazetecilerimiz, devleti suçluyor, Recep Tayyip Erdoğan-Davutoğlu ikilisini hedef tahtasına oturtuyorlar. Dünyanın neresinde böyle trajikomik bir olay var, anlaşılır değil? Devleti yönetenleri suçlamak yeni değil tabi. Bunun öncesi var. Tarih bilenler hatırlayacaktır, 1905’te, yine Belçikalı Ermeni terörist Jooris Abdülhamit’i şehit etmek istemiş, bir cuma günü Yıldız Sarayında bombalar patlatmıştı. O zamanki işbirlikçi aydınlar da (Tevfik Fikret gibileri) teröristi göklere çıkartıp, “neden vuramadın Abdülhamit’i” diye kızmıştı. Bu mudur yani aydın olma sorumluluğu? Bu mudur milli olma? Bu mudur ülkesini sevme?
Yine bugünkü FETÖ gibi kimi tarikat liderlerinin (Şeyh’ül İslamlardan Hayri Ürgüplü, Musa Kazım Efendi, Şeyh Naili ve Şeyh Abdülkadir Efendi) Batılılar tarafından satın alındığını, darbe yapmaları için kışkırtıldıklarını, ortam hazırlandığını, hatta, gerekli fetvaların dahi alındığını biliyoruz.
Örnek verecek daha o kadar çok olay var ki, saymakla bitmez. Lakin bu örnekler bile bugün yaşananları anlamak ve içimizdeki işbirlikçileri bilmek için yeterli olsa gerek.