Yaşamak gibidir yazmak. Ya kelimelerin içine doğarsınız ya da kelimler içinize doğar ansızın. Taşıyamaz olduğunuzda imdadınıza ya kelam ya kalem yetişir. Kelam etmek her dem mümkün olmadığından zaman ilerledikçe kalem ile dost olursunuz. Çünkü ne zaman içinizi tabir yerinde ise doğum sancıları kaplasa o sancıyı dindirecek yegâne şefkati kalemde bulursunuz.
Evet, yaşamak gibidir yazmak. Düz bir yol değildir yürüdüğünüz. İnişleri çıkışları olan dereler tepeler aşmayı gerektiren yazıyla kışıyla dört mevsimi bir arada yaşatan bazen ağlatan bazen güldüren yürüdükçe düşündüren bir yolculuğun serencamında, eskilerin deyimiyle temaşa edersiniz hayatı.
Hayır, hayır… Yazmak hayatı sadece temaşa etmek değil, bir fiil zamanın raksı üzerinde harf harf yaşamaktır. Bu öyle bir yaşamaktır ki her harfi alınan bir değil belki binlerce nefes işler kalbin aynasına. Harfler orada kor ateşte dövülen demir gibi şekillenir ve anlam kazanır. Hele elif deyip de geçip gidemez hiç kimseler. Yüzyıllar boyu doğruluğun ve aşka düşmüş bir kalbi düz tutmanın sembolüdür zira… İnsanlığın ruh dünyasını gökyüzüne işleyen bir medeniyetin serlevhası olmuştur tek başına.
Harfler yan yana geldiğinde kelime denilen mücevher çıkar ortaya. Kelime olur her neyse anlatamadıklarımız ve kelime odur hayata dair bütün anladıklarımız. Kelimenin sandukalarından taşar mananın zülüfleri de kendine ram eder ferzan ehlini. Yani ilim ve hikmetle tutuşur her dem kelimenin şule verdikleri.
Kelimeler bir araya geldiğinde ise kimi zaman sevgilinin gerdanına layık inci kolyeye kimi zaman anneden yadigâr renk renk nakış işlemeli bir seccadeye kimi zaman ise babadan miras sözün edebiyle yüklü lügate döner.
Yaşadıklarından yürek devşirmektir yazmak. Aşkını, kulluğunu ve edep içre ruhunun kılavuzluğunu gözetir/gözetmelidir insan… Öteki türlü kendine akis bulamaz hiçbir harf, harfin dudağında kelime ve kelimenin kalbinde cümle…
Yazmak ile yalnızlık kardeştir sanki… İnsan sadece yalnızken kendiyle baş başa kalabilir ve doğruluğun ne olduğunu sezebilir. Bundan öte fırtına sonrası bir gölün durgun suları gibi ortalık durulduğunda anlamaya başlar insan. Anladıkça semadaki yıldız tarlalarını dolaşır fütursuz. Toprakta biten tohumun meyveye duracağı zamanı hayal eder neşeyle. Buğday başaklarının arasında gezinir ayakları ve boy verir o güne kadar ekip biçtiği her his ve düşünce.
Nereden gelip nereye gittiğinin resmini çizer ilkin ve ardından içinde biriktirdiği soylu cümleler kurmaya başlar. Kurduğu her cümlenin şanlı bir mazisi olsun ister ama buna çok da gerek yoktur aslında. Ayna tutmak yeterlidir mucizelerle dolu insana ve kâinata. Mucizelerin aynadaki sureti kelimenin ihtişamına yeter de artar. Önemli olan aynayı mümkün olduğunca ak ve pak tutabilmekte.
Yazmak şerh düşmektir zamana… Aynadaki yansımanın kayıtlara geçtiği ve içinde asırlık notlar taşıyan cam şişenin kime ulaşacağını bilmeden okyanusun sularına bırakılmasıdır adeta…
Yazmak tozlu rafları devirdikten sonra isyan büyüten bir kalbin aşkın gönül dağına tırmandığı yolculuğun adıdır ayrıca… Zirvede kendisini ne beklediğini bilmeden yücelerin yücesine doğru arayışını sürdürmenin ve gerekirse kutlu bir hayalin peşinde ömür tüketmenin de ta kendisidir.
Yazmak üzerine daha birçok şey söylemek mümkün elbette… Fakat sözün özü filhakika yaşamak gibidir yazmak!..