Yaratamıyorsam anlamıyorumdur

Abone Ol

Başlıktaki cümle Nobel ödüllü fizikçi Richard Feynman’a ait. “Yapamıyorsam ya da yaratamıyorsam anlamıyorumdur” düşüncesi,  çözümlenerek ve parçalanarak keşfedilen her şeyin insan tarafından yeniden yapılabileceğini savunan bir bilim felsefesinin ana fikrini oluşturmaktadır.

Kuantum fiziğinin biyoloji sahasındaki yansımalarına baktığımızda bugün modern Batı’da ortaya konan bilimsel gelişmeler, gerçekten dudak uçuklatan gelişmeleri imliyor. Henüz canlı bir hücrenin kendi kendini kopyalaması başarılamamış olsa da sentetik hücre ya da bakteri geliştirme yolunda, ciddi mesafeler alınmış durumda.

Peki bir organizmayı canlı yapan şey, sadece kimyasal tepkimeler midir? Ya da insanı, nebatattan ayıran şey aslında nedir?

Aristo’dan bu yana cesedi/hücreyi canlandıranın nasıl bir töz olduğu sorusu, hem Batı hem de İslam dünyasında merak uyandırmıştır. Bu zaman aralığında maddeciler, ruhçular gibi temel fikri ayrışmaların meydana geldiğini biliyoruz. Socrates ve Platon, bir bedeni canlı hale getiren şeyin ruh olduğunu iddia etmiş, aynı fikri halefleri Aristo’da sürdürmüştür.

İslam düşüncesinde ruh konusunda en tafsilatlı çalışma, 1350’de vefat eden İbn Kayyım el-Cevziyye tarafından yapılmıştır. Onun Kitabür’-Ruh adlı muhallet eseri, ruh hakkında döneminin tüm malumatlarını neredeyse mündemiçtir. Ona göre ruh, nurani ve ulvi bir cinstir ki varlığı, suyun buza, ateşin kömüre ve yağın zeytine geçmesi gibidir. Ruh bir arazdır ve ölümle birlikte bedeni terk eder. Ruhun ölümden sonra nereye gittiği ve ne olduğu sorusu da İslam mütefekkirlerini yormuş sorulardan biridir. Zira bedene canlılık veren bir cevher anlamıyla ruh hakkında, Kuran’da herhangi bir bilgi yer almaz. Dönemin alimleri, konu hakkında sıhhati tartışmalı hadisler dışında mütevatir bir haber bulamadığından; bugünün bilim adamları da lam ve lamel dışında bilgi kaynağı kabul etmediğinden, ruhun keyfiyeti hakkında sadra şifa malumattan yoksun durumdayız.

XIX. yüzyıla gelindiğinde Pasteur ve Wöhler gibi bilim insanlarının yaptıkları çalışmalar, canlıları oluşturan maddeyle cansızları oluşturan maddenin aynı kimyasal özelliklere sahip olduğunu ispat etti. Bu da dirimselcilik (canlı varlıkların, cansız varlıklarda bulunmayan gizemli bir güç sayesinde canlanması) düşüncesinin gözden düşmesine yol açtı. Ruhun varlığına zaten mesafeli duran modern bilim, canlılığı sadece mekanik tepkimelere indirgeyerek ilk günah nedeniyle cennetten düşen insanın, bir kez daha kıymetten düşüşüne neden oldu.

Bu paradigma kutsala sırtını döndüğü için anlam bunalımı yaşayan insanı daha da değersizleştirecek ve krize derinlik katacaktı. Modern felsefe gibi ana karakteri profan olan modern bilim de kuantumvari bir sıçramayla Darwin’in başlattığı ‘Yaşam nasıl meydana geldi?’ sorusuna daha karmaşık yanıtlar üretecek ama hepsi bir hipotez düzeyinde kalan cevapların hiç biri, insanı tatmin etmeyecekti.

Kuantum mekaniğinin evrenin meydana gelişi hakkındaki şu savı, sürmekte olan ontolojik kaosun kanıtı niteliğindedir: Hayat, rastlantısalmolekülerçarpışmaların ve aralarındaki biyolojik ve kimyasal süreçlerden doğan serbest enerjinin bir eseridir.

Bilim Newton mekaniğinden kuantum düzeyine sıçradığında, insanlığın önüne yepyeni bir dünyanın, atom altı alemin harikaları serilmişti. Bilimin keşfettiklerini seyretmek ve tevil etmekle yetinen her dinden müminler ise tanrının varlığının kanıtı meyanında herkesten daha çok heyecanlanmıştı. Umulduğu gibi olmadı!

Seyyit Hüseyin Nasr’ın dediği gibi; kutsal bir bilim felsefesine muhtacız vesselam…

İçe sinen bayramlara erişmek duasıyla… Hayırlı bayramlar!