Alfabemiz aynı, kelimeler de birbirine yakın peki neden birbirimizi anlamaya bu kadar uzağız belki de İnsan anlaşılmadığına karar verdiği için yalnız. Anlamak dediğin nedir ki sorusunu kendine sormadan, delicesine mutlu olmayı arzulayan hazırcılar, yalnızlık cehenneminden beslenirler.
Kadavranın başında vakit geçirmeyi seven, inceleme iştahı kabarık doktor adayını oyalanmaktan hocası kurtarır. Sevilmiyorum diye isyan eden, beni kimse dikkate almıyor diye kendini didikleyen kişileri oyalanmaktan, gönül ehli ustalar kurtarır.
“Seni bulmaktan önce aramak isterim/Seni sevmekten önce anlamak isterim.’’ diyor ya Ahmet Arif, böyle bir anlamak bitirir işte yalnızlığı. Yani emek.
“Başka birini anlamak, kısmen insanın kendini keşfetmesinden geçiyor.” diyen Ted Dekker, yalnızlığın şifresini vermiştir. Anlaşılmadığı için yalnız olduğunu düşünen insan, iç dünyasını mütalaa ettiğinde, maceracı, hazırcı, hazcı yanları törpülemeye başlar.
Zevk ve eğlence düşkünleri, ekonomik nedenlerle bazen de konum gereği alt yapıyı elde edemedikleri için yalnızlık masalı anlatmaya başlarlar. Çirkinliğin kendilerini şımartmasını isteyecek kadar basitleşenlerin derdi, zaman öldürmek. Hedefi olmayan insan kendine zulmettiğini bir anlayabilse. Bu yalnızlık palavrası değil, hakikatli bir yalnızlık; bir yönüyle de zavallılık. İç ev keşfedilmediği müddetçe, insan anlamaya müsait olmayacaktır.
Anlamak adlı hazineyi bulan, yalnızlıktan kurtulur. Çünkü onlar artık aynı dilde anlaşmayı tercih etmiştir. “Söz deri gibidir, mana da onun içindeki/Söz beden misali ve manası da bu tatlı candır.” demiş Mevlana. Gönül dilindeki anlamaya ihtiyacımız var. Dilsizlik cemiyetine rağbet etmeyi bırakamayanlar, yalnızlığın esiri olmaya devam eder.
Avizelerin, lambaların o parıltılı ışıkların altında, büyük resmin arkasındaki karanlığı sezenler, yalnız değildir.
Bir yerlere yetişmek için koşuşturduğumuz caddeler, sokaklar o kalabalıklar menfaat koşusuna gebedir. O serseri kalabalığı hayatlarından ayıklayanlar, yalnız olamazlar.
“Gençliğin başlıca eğitim konularından birisi, yalnızlığa katlanmayı öğrenmek olmalıdır; Çünkü yalnızlık, mutluluğun ve içsel huzurun bir kaynağıdır.” diyor Arthur Schopenhauer. Bence haklı.
Ve devam ediyor: “İnsanları arkadaş canlısı kılan, yalnızlığa ve yalnızlık içinde kendi kendilerine katlanma yeteneksizleridir. Onları hem topluma hem de uzak ülkelere ve yolculukları süren, içsel boşlukları ve sıkıntılarıdır.”
Dozu aşan yalnızlık siteminin altında, insanın kendine yetememesi yatabilir mi? Kendini keşfedemeyen insan, başka limanlara demirlenirken ne çok yara alır oysa. Acı biriktirmekte birinciyiz. Hep birinci. Eğilip, içimize bakmak çok zor olmasa gerek. Bir amacı paylaşmalı insan, yalnızlık denen şey de öyle ortadan kalkmalı, kendiliğinden.
Konuşmak için insandan bahsetmiyorum. Birileriyle dertleşiyor olmak, iş yapmak ve fikir alış verişinde bulunmak, yalnızlığın ortadan kalması demek değildir. Yalnızlık insanın içinden buharlaşıp, gidecek diye beklersek, yanılmış oluruz. Çünkü insanın iç yükü ağırdır, paylaşılmaz. Özeldir, ortak kabul etmez.
Yalnızlık bir duruş biçimidir. Kararlılıktır, içinde saygı barındırır. Bu baştanbaşa tek kalış değildir. Yersiz ve gereksiz yığılmayı kabul etmemektir. Gaye, ideal, hedef doğrultusundan ayrılmadan da zamana birilerini davet edebiliriz azizim. Mesela kalbi önemseyenleri. İnsanın, insanla zenginleşmeli. Azizim, insan diyorum sen anla işte. Biz bu eksik yanımızdan ötürü yalnızlığı da tanımlamaktan korktuk, çekindik. Avunmak için şiirlerden, türkülerden, şarkılardan bir yalnızlık evi inşa ettik. Ama azizim bu daha çok canımızı yaktı. Ben bendeki yalnızlığa, sen sendeki yalnızlığa tutunsan, buradan birbirimizi anlasak? Gerisi yalnızlık olamaz değil mi?
Bugünün penceresinde, Mustafa Muharrem Tüfekçi: Ey uçurumlar sarrafı / koy bu yolunmuş saçları teraziye. / ağaçlarda göç haritaları, suyun hafızası kadar.
Kalbinize emanetsiniz…