Bu hafta vizyona giren filmler arasında 2014 yapımı “Yalan Labirenti” hem Oscar yolculuğu, hem de değindiği konu itibariyle en çok dikkat çeken yapım. Her ne kadar “İftarlık Gazoz” ve “Spotlight” gibi iki önemli filmin gölgesinde kalacak olsa da özellikle sinema eleştirmenlerinin üzerine çokça eğileceği ve gösterildiği her ülkede muhalif kanatlar tarafından özellikle gündeme getirilecek bir film olacak.
Film başladığında ‘evet sıkı bir film bizi bekliyor’ diyorsunuz. Görselliği, oyunculukları, sanat yönetimi olarak bu film olmuş diyerek bağlandığınız filme karşı ilk kırk dakikadan sonra gevşemeye başlıyorsunuz. Oysa hikâyeyi, yan hikâyeleriyle birlikte güzelce dallanıp budaklandıran yönetmen filmin ikinci yarısında dağıttığı hiçbir şeyi toparlayamadığı gibi hikâyesinin zirve noktasından da uzaklaşarak ‘şöylece bitirelim bari’ havasında bir film sunuyor bize. Filmin başında aklımdan geçen sıkı bir filmdi cümlelerinin yerini ne yazık ki basit bir ajitasyon denemesi ve yalandan film olarak değiştiriyorum.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da ve özellikle Auschwitz kampında olanlar aslında hepimizin malumu. Auschwitz kampı üzerine ya da konuyu da içine alan pek çok film de yapıldı. Film de bu gerçekleri ortaya çıkaran idealist bir Alman avukatı işliyor.
Genç ve idealist bir avukat olan Johann Radmann (Alexander Fehling) trafik cezası davalarına bakarken bir anda kendini Alman tarihini en önemli davalarından birinin ortasında buluyor. Büyük bir aşkla üzerinde çalıştığı davada önemli gelişmeler kaydetse de babasının bile Nazi olduğunu öğrenmesiyle neredeyse yıkılıyor. Sevgilisinden ayrılıyor, hayattan soğuyor filan. Sonra tekrar hayata ve Auschwitz kampının hikâyesine tutunarak 8 bin şüpheli üzerinde çalıştıkları dosyadan 18 kişiyi tutuklayarak meseleyi kapatıyorlar.
Filmin gerçekten çok sağlam bir başlangıç yapıp böylesi büyük bir hayal kırıklığıyla bitmesinin şoku hala üzerimde. Konunun kendisi her hikâye içerisinde zaten iş yapabilecek bir konu. Hele bir toplumun kendi geçmişini sorgulamasıyla birleştiğinde artık bu filmin olmaması bir yönetmen beceriksizliği olarak anılabilir.
Mesaj vermek ya da ajite etmek kaygılarının filmin çok da başarılı ilerleyen hikâyesini mahvetmesi üzücü bir durum. Üstelik filmin Berlin Film Festivali’nden ödül alması da bence ilginç olan diğer bir mesele. Zira artık eleştirmenlerde daha somut kriterlerden daha siyasi yaklaşımlar üzerine yorumlar yapmaya başladı. Henüz filmin kritiğini yapan Türk eleştirmenlerin yorumlarını okumadım ama kabaca bir tahmin yapabilirim. Türkiye’de hukuk, cesaret ve Ermeni meselesi gibi konular filmin kendi tarihini sorgulaması fikrinden hareketle dillendirilecektir. Filmin konusundan ötürü Oscar almasına da şaşırmam.
Savaşın yıkıcılığını tatmamış ve kendine değmediği sürece başkalarının acılarından fikir üretmek hepimiz için en kolayıdır. Almanya’da Yahudilerin yaşadığı acıları anlatan bir film üzerinden kendi ülkelerine ve hiçbir şey araştırıp bilmedikleri tarih üzerine oldukça iddialı cümleler sarf edenler hemen yanı başlarında vukuu bulan insanlık dramına karşı da bir şeyler söyler mi acaba? Ya da “Spotlight” filmini yere göğe sığdıramayanlar meseleyi memleketini satanlar üzerinden değerlendirdikleri kadar devletin içinde devlet oluşturan örgütleri de görebilirler mi acaba?
Sanmam. Maksat üzüm yemek değil ki.