Her yağmur yağdığında seyre çıkar hayallerim. Bir damla ile şehrin koynuna düşüp gözlerimi yumasım, yağmur altında sırlı düşlere uyuyasım gelir… Lakin her uykunun nihayeti kâbuslarla boğulur ve ağlar şehirlerim…
Yağmurun yakışmadığı bir şehir var mıdır bilmiyorum. Öyle güzel, öyle nazlı bir damla ile düşmek için bir yere tek bir meleğin avucunda gizi toza vermek isterdim. Ve ben ismini bilmediğim bir şehirde bir damla yağmur olmak, kara bir toprağa konmak murad ederdim. Kelamım duam olsun, yağmurlar taşısın duamı, rüyalarım can bulsun dilerdim. Lakin ne elem ki, yağmurun yaktığı şehirler de vardır.
Gam bulutundan süzülen damlalarla ıslanmış kâbuslarım var şimdi dudaklarımda beyhude terennüm ettiğim, bazı vakitler haykırarak söylediğim bazı vakitler söylemeye tereddüt ettiğim. İnsanların anlatamadığı acıları olur hep, lisanına söyletemediği, istese de tek bir âdeme dahi dinletemediği… İşte ben her yağmur damlasını şehrin gözlerine kondurulmuş nemli bir buse telakki ederim. Onlara bakar lakin anlatamadığım, lisanımın anlatmaya rıza göstermediği acıları, kederleri seyrederim. Sonra kendime şairini bilmediğim şiirler dinletirim:
Bulutların gözlerinden düşen, nur elinde bir damla olsam
Düşsem dünya avucuna, konacak bir sarı yaprak bulsam
Nâgâh değse camdan bedenime elleri insanların
Bütün mevsimleri unutsam, remzi olsam nisanların…
Ben hangi şehirde geceleyecek olsam da gündüzü hep o hayal şehrimde uyandırmak için bir dağ yamacında, belki bir yağmur duasına çıkar, belki de kızıl gonca gül yaprağında âşık bir katre yakarım. Tütsülerim yalnızlığı ve bilmediğim bir pazarda yalnızlık alır, tebessüm satarım.
Bir şehri yalnız başına gezmek gibidir bazen yağmurları seyretmek. Bazen de sönmüş bir ateşi tekrar yakan bir kıvılcımı görmek gibidir. Onların toprağa değişini dinlemek… Bazen Bistam’ı, bazen Belh’i, bazen Semerkand’ı, bazen Kudüs’ü ama en ziyade Yesrib’i göreceğim rüyalara yatarım.
Yeşil bir göğün süslediği şehirlerimin anahtarıdır yağmurlar. Onlar varken şehre kimse görmeden girer, sükûnetle cevelan ederim. Kimsenin bilmediği dehlizlerde muhabbet satar, ıstırabı alırım. Yok, sayarım ufacık bebekleri gözyaşlarının aksinde öldürülen anaları, sanki onlar yokmuş gibi davranır bir ömürlük tebessümümü onların avuçlarına bırakır, bütün kederlerini heybeme atar, yıldızlarla yakarım. Yağmur, ismini bilmediğim o şehrimin anahtarıdır benim; bazen bir Srebrenitsa, bazen bir Kudüs, bazen bir Bağdat, bazen bir Grozni, bazen bir Karabağ olurum. Geceleri düşerim bir nur bulutunun gerdanından ve her yağmur yağdığında bir annenin gözyaşına konarım.
Şimdi geceyi hangi şehirde leyli bir gökyüzüyle setredersem edeyim, ben her sabah yağmur ile süslenmiş bir şehre uyanmak için bulutlara dua ederim. Zira bilirim ki yağmur en ziyade gözü yaşlı anaların şehirlerine yakışır. Ve esasında yağmur ölmüş bebeklerin gözyaşlarıdır zira yağmur damlalarını melekler taşır.
Sevdiğim bir şehir vardı, acımadı, ağlattılar
Önce gözlerini sardı, mezatlarda sattılar
Bilmem nasıl yanmayıp, zindanlara attılar
Ben şehre aşk ettim, insanlar beni aldattılar
Gönül ile seyrettiğim bir şehir vardı, yaktılar
Ölülerden dağ yapıp, ar etmeyip baktılar
Yeşil libasını söküp kızıl bir ateşe attılar
Bir şehrin gözlerinde yağmuru ağlattılar…
-Emir Fuad-