Şöyle bir etrafımıza baktığımızda göreceğimiz şey; -az, çok ya da tamamen- tarihimize, değerlerimize, inançlarımıza hatta kendimize yabancılaştığımızdır.
Birçok konuda, yanımızdakilerden çok, uzaktakilerle ilgilendiğimizin farkına varacağız o vakit.
Belki Amazon Ormanları’ndaki yerlilerin hayatını tanıdığımız kadar, kapımızın dibindeki komşumuzu tanımadığımızı fark edeceğiz.
Küresel zeminde yayılan modaya itibar ettiğimiz kadar, kendi kültürümüze itibar etmediğimizi -artık üzer mi bilemem ama- fark edeceğiz.
Metroda Kur’an okuyan bir çocuğu görünce, bir yandan çok sevineceğiz ama diğer yandan da uzaydan gelmiş muamelesine tabi tutacağız; oldu da nitekim.
Elimizdeki, masamızdaki ya da evimizin duvarındaki ekranlarla bağlandığımız dünya, dibimizdekine göre çok daha fazla meşgul ediyor hepimizi.
Durduğumuz yeri her gün biraz daha güvensiz hale getiren iletişim araçları, bütün farklılıkları tehdit ederek bizi ‘bir örnek’ olmaya zorluyor.
Görüntü, tarihte her zaman gerçeğin önünde olduğu için, kitleleri arkasından sürükleyenler de göze hitap eden semboller olmuştur hep.
Ekranların görünür kıldığı her şey, saniyeden daha az bir zamanda dünyanın öbür ucuna giderken hem büyük bir iletişim imkânı sağlıyor hem de beraberinde birçok arızasını götürüyor.
İzlediği, okuduğu aynı olan toplumlar bir süre sonra yediği, içtiği, giydiği de aynı olan bir aşamaya ulaşıyorlar.
Küresel bir tek-tipleşmeyi umanlar, adeta bir ordunun tek bir üniforma altında sergilediği görüntüye ulaşabilirler mi bilemem.
Lakin onun öncesindeki aşama olana melez, eklektik, uyumsuz manzarayı her tarafımızda görmek mümkündür.
Kafaları epey ayarttıkları, insanları kendilerine yabancılaştırarak kendilerinden ve toplumlarından kopardıkları artık herkesin kabul ettiği bir gerçeklik.
Artık en arka mahallerde, köylerde bile kendisini Havai Adaları formunda takdim edenleri bulmak hiç zor değil.
Açılmanın ya da kapanmanın bin bir formuyla arzı endam eden yabancılaşmalar, adeta karnaval havasını yansıtıyor.
Bin bir çeşit kıyafetin altına saklanmış karakterler, sanki küresel bir kıyafet balosunda kendilerine yer arıyorlar.
Konuştuğunuzda genellikle hissettiğiniz şey, geleneklerin sadece zihinlerde kalmış imgelerden ibaret olduğu ve artık birer antika hüviyeti kazandığıdır.
Zira antikalar en değerli yerlerde korunsalar bile artık hayatın içinde değillerdir.
Antikalar nasıl ki artık her insanın ulaşabileceği şeyler değilse yabancısı artık olunan, terk edilen pek çok kültür ve inanç da öyledir.
Yabancılaşılan kültürü -en azından- bir antika olarak bile göremeyenleri de unutmayalım.
“Siz bakmayın benim böyle göründüğüme” diyerek başlayan cümleler, en azından görüntüde yabancılaşmanın çok net itirafıdır.
Bölünmeler toplumsal değildir sadece.
En dramatik olanları, benlikte yaşananlardır kuşkusuz.
Çare olacak mı bilemem ama; anti-depresanların, psikiyatrların, psikologların, sosyologların, aile danışmanlarının bu derce talep görüyor olması bile, yabancılaşmaların en net göstergesidir.
Tabii çok daha acı ve düşündürücü bir çare arayışının başka adresleri de astrologlar, medyumlar, yogacılar, büyücüler ve daha niceleridir.
Ruh ile beden yabancılaşınca ortaya çıkan kavga, -sonuçları farklı olsa da- temelde komşusuyla yabancılaşanların kavgasından farklı değildir bana göre.
Kavgaları dindirmesi için müracaat edilen hakemleri yukarıda saydım.
Lakin günün sonunda bu hakemlerin de kendi hayatlarında ne derece ifade etmeye çalıştığım yabancılaşmadan ari oldukları tartışma konusudur.
Dinledikleri hikayelerden hiç etkilenmeden ruh sağlıklarını koruyabildikleri de öyle.
Hakemin de hakeme ihtiyaç duyacağı bir yabancılaşma, tedavisi olmayan bir aşamadır.
Öze dönüşü davet eden her çağrı, hiç olmadığı kadar hayat kurtarıcı olacaktır.
Aksi halde, “Atı alan Üsküdar’ı geçmek üzeredir…”