‘Vakıflar üzerine’ bir konferans, ve..

Abone Ol

Dr. Ahmed İnan’ın İst. Divanyolu’ndaki Türk Edebiyatı Vakfı’nda 13 Mayıs günü, Vakıflar üzerine verdiği konferansın son kısmına yetişebildim, önceden söylediklerinin özetini de bir kardeşimden dinledim.

Önce belirtmeliyim ki, bu Türk Edebiyatı Vakfı’na tahsis edilen binanın tarihî binanın son derece güzel bir konumu var, bütün Sultan Ahmed Camii ve yemyeşil ve tarihî meydanın muhteşem güzelliği gözler önünde seriliyor.  Giriş kapıları Osmanlı mimarisinin modern dönemlerine aid.. Ancak, kapının giriş kapısı üzerindeki Osmanlıca edebî metnin bir kısmının sökülmüş veya dökülmüş olması ve bunun düzeltilmemesi, o vakfa yakışmıyor. Bu vakfın başkanlığını üstlenmiş olan -ve merhûm yazar Ahmed Kabaklı’nın yeğeni olan– Servet Kabaklı beyin bu noksanlığı bir an önce gidermesi umulur. Bir rivayete göre de, ‘harf inkilabı’ dayatıldığında binalardaki bütün arabça ve osmanlıca, yani arab alfabesiyle yazılmış bütün kitabelerin, yazıların silinmesi, kazınması emredilmiş.. Bu mekanın giriş kapısı üzerindeki mısraların ilk iki satırını kazıyan ustaya, o yasağın kaldırıldığı haberi verilmiş ve ve sonra da o yazının geri kalan kısmı bir şekilde kurtarılabilmiş.. ve bu mermer levhalar buralara daha sonra tekrar yerleştirilmiş..

Bir yetkili arkadaş, o zaman, bu yazıların kazınıp silinmesinin uzun zaman alması ihtimali belirdiğinden, bunların  üzerlerinin kapanması için hemen ‘amerikan bezi’ ile örtülmesi emri verildiğini ve bu niyetle, yüzlerce top Amerikan bezi’nin satın alındığına dair yazılı belgelerin ve faturaların tarihî sened halinde, devlet arşivinde bulunduğunu anlattı.

Ahmed İnan bey,  hele de Osmanlı’da vakıf kurulmasının şartlarını anlatırken,‘vakfın kuranların borçlarının olmaması, hukuken hacir altında olmamaları, kurulacak vakfın en azından 100 yıl kadar sürdürülebilir bir gelir kaynağına sahib olması’ gibi şartlara sahib olup olmadığına bakıp, ‘kadı’/ yargıçların, bir vakfı, bu konularda ikna olduktan sonra tescil ettiğini belirtiyordu. Ayrıca, Sultanların ve saray mensublarının tesis ettiği vakıfların ‘vaqfiye’lerinin, o vakıfların gelirlerinden onların ve çocuklarının, mirasçılarının istifade edemiyecekleri gibi ilginç şartları taşıdığını da belirtiyordu.

Ahmed İnan bu alanda bütün ömrünü vermiş bir uzman.. Eski tarihî senedleri onun kadar rahat okuyup teknik terimleri anlayabilecek kimselerin sayısı, yazık ki, çok az ve giderek de azalıyor. Mahkemelerden kendisine gelen başvurularda karşısına öyle ilginç örnekler zikrediyor ki, insanın daha bir hayıflanmasına yol açıyor. Mîrî mal, ne demek, hazine mülkü ne demek, vakıf malı ne demek, bu özel terimlerin mânâsını bile bilmeyenlerin vakıflar hakkında verilen kararlarda, kasden veya bilmeyerek söz sahibi olmalarıyla büyük oyunlar oynadığı, yağmalandığı da konferans sonundaki sual-cevab bölümünde dile getirilen örneklerden daha bir anlaşılıyordu. Anlaşıyor ki, vakıfların üzerinden hele Cum. devrinde öyle bir silindir geçmiş ki, tasavvuru bile zor..

Ahmed İnan’ın konuşmasından ilginç bir bölüm de, Sultan Alpaslan’ın Anadolu’ya giriş tarihi olan 1071-Malazgirt Savaşı’ndan 25 yıl kadar öncelerde, miladî- 1048’de Sivas’da tesis edildiği anlaşılan İslam vakıflarının olduğunu belirtmesi.. Yani, onun deyimiyle, ‘demek ki, Alpaslan’dan daha önce de, buralarda, türk beylikleri –devletçikleri– var’mış!!

Bu noktadan hareketle, gerek Ahmed İnan’ın, gerekse Servet Kabaklı’nın söz birliği ederek, ‘Anadolu daha önce bomboştu, biz kimsenin malını, mülkünü, toprağını almadık.. Biz kimseyi yerlerinden kovmadık..’ gibi iddialı sözleri doğrusu inandırıcı gözükmüyordu. Çünkü, Anadolu, tarih boyunca gerek iklimiyle ve ziraî verimlilik özelliğiyle, gerekse jeo-politik konumuyla hiç de boş kalmıyacak kadar önemli bir toprak parçası olarak biliniyordu ve ayrıca, arkeolojik kazılardan çıkan ve binlerce yıllık geçmişe aid tarihî eserler de, bu coğrafyanın boş kalmadığını gösteriyor.

Ayrıca, Anadolu halkının, Orta Asya’dan gelen türk etnisitesine bağlı insanlar gibi bir tip oluşturmaması ve daha çok, ‘Akdeniz ırkı’ (Mediterranien ırk) diye isimlendirilen ve Akdeniz çevresindeki toplumların ortak tipolojisini göstermesi hasebiyle, sonradan müslümanlaşmış ve Selçuklu devletinin yönetim mekanizmasındaki dilin türkçe olması hasebiyle de türkçe öğrenmiş çeşitli ırklardan yerli halklar olduğu şeklindeki izahın daha mantkıklı olduğu da gözönünde bulundurulmalıdır, herhalde..(Hatırlanmalı ki, Anadolu’dan Almanya’ya giden milyonların çocukları 50 sene sonra bugün neredeyse büyük çapta türkçeyi konuşamamakta ve anlayamamakta.. Belki, bir yarım asır daha geçince dedeleri-nineleri türkçe konuşan çocuklar hiç türkçe konuşamıyacaklardır..)

Vakıf Başkanı Servet Kabaklı’nın başkanlık odasında, sohbet daha başka alanlara da yayıldı ve daha dar çerçeveli sohbet ânında, misafirlerine çay-simit takdim ederek yaptığı konuşmada türk ve kürdlerin ‘amca oğulları’ olduğu ve bu amcaoğullarının aynı tarihî süreç içinde bu toprakların aynı şekilde müşterek sahibi olduklarını belirtmesi ve Gültekin’in Orhun Kitabeleri’nde yer alan, ‘Ey türk, titre ve kendine dön..’ gibi hitabın benzerinin bir kürd beyi tarafından da Yenisey Kitabeleri’nde de, kürdlere ‘Ey kürdoğlu!’ hitab edildiğini dile getirmesi; ama, 12 Eylûl 1980’lerden sonra, dağlarda karda yürürken qard-qurd gibi sesler çıkaranların kürd diye isimlendirildiği şeklindeki iddialarla ve kürdçenin yasaklanmasındaki zorbalıklarla bugünkü düşmanlıklara ulaşıldığı ve geçmişteki o tarihî beraberliği bugün kimseye anlatamadıklarını belirtmesi ilginçti..

Kabaklı, hattâ, Diyarbekir’de, 30 sene öncelerde bizzat şahidi olduğu bir zulmü anlatmadan geçemedi.. Anlattığına göre, sadece oğlu aracılığıyla konuşabilen bir yaşlı ana, sırf türkçe konuşamadığı için derdini anlatamamış ve doktorlara da,‘türkçe bilmeyenlere bakılmaması’ yolunda emir verildiği için tedavi edilmediğinden, günlerce feryad ede-ede vefat etmişti..

ve, ‘türklerin hiçbir zaman şaman olmadıklarını, İslam’dan önce ‘Göktengri’dedikleri bir ‘Yüce tanrı’ kavramına sahib olduklarını, âdeta, ‘İslam olmasaydı da, türklerin seçkin bir kavim olduğu’ gibi bir mânâya gelen sözleri ileri sürmesi de, kezâ üzerinde çok konuşulması gereken ya da ne kadar konuşsan da, isbatı mümkün olmadığı için, dileyenin dilediği gibi konuşabileceği ve tarihin karanlık dönemlerinde aid tasavvur ve tahayyüllerle hayalet taşlamaya kadar varacak iddialar olarak da değerlendirilebilir.

*

Bu arada, Ahmed İnan ayrılırken, iki kişinin, ona, gayrimuslim vakıflarının iade edilmesinden dolayı son derece ızdırab çektiklerini belirtmeleri ilginçti. Onlar, İslam vakfı olmayan vakıflara el konulmasını kabul ediyorlardı, anlaşıldığı kadar ve o el koymanın sürmesini istiyorlar ve onların iade edilmesinden hayıflanıyorlar ve ‘Biz de Mısır ve diğer yerlerdeki vakıflarımızı alabiliyor muyuz?’ diyorlardı.

Bu kişiler, Hükûmet’in uygulamasından dolayı çok hınçlı gözüküyorlardı..

Halbuki, vakıf vakıftır, hangi dinden olursa olsun, bir kimse veya bir grup, bir malı, tesis edildiği mekan ve  zamanda haram veya illegal olmayan maksadlar için vakfetmiş ve  kanundışı  hedefler için kullanılmamış olması şartıyle, onlara saygı gösterilmesi genel bir hukuk kuralıdır.  Bu kişiler ise, bunu kabul edemiyorlar ve ve o gayrimenkuller iade edildiği zaman, sanki ülkeden alınıp götürülecekmiş gibi kızgınlık gösteriyorlardı.. Hele de, iade edilen  gayrimuslim vakıflarının bulunduğu Kadıköy ve Şişli gibi yerlerde şimdi muazzam binalar dikildiğinden de rahatsız oluyorlardı.

Ahmed İnan bey, bu sözleri sakince dinledi ve ‘Bu iadelerden rahatsız olmamak gerektiğini, ve bu uygulamanın belki başka yerlerde elkonulmuş olan bizim vakıflarımızın iadesi için de bir emsal teşkil edebileceğini’ söyledi..

Bu daha sağlıklı bir yaklaşımdı..

*

Ama, asıl üzerinde durulmayan ve durulmasa gereken konu ise, hele de İslam vakıflarının laik rejim tarafından 80- 90 yıl boyunca yağmalanmış ve spor kulüplerine ve hattâ meyhanelere kadar peşkeş çekilmiş olması faciasıdır. Çünkü, bu vakıfların mütevelli heyetlerinin silsilesi bile kaybolmuş olduğundan, bu vakıf emvalinin müslümanlara ve müslümanlardan kimlere nasıl iade edilebileceğinin düşünülmesi ve bunun nasıl olacağının kurallarının belirlenmesi mes’elesidir. O da son derece zor bir iş.. Herhalde, en doğrusu, laik rejimin el koyduğu bütün vakıfların bağımsız bir‘İslam Vakıf İdaresi’nin kontrolünde toplanması.. Nasıl ki, rum ve ermeni kiliselerininin mgayrimenkulleri, bu cemaatlerin bugünkü temsilcilerine devrediliyorsa, müslüman vakıflarına da aynı haklar tanınmalı ve yarınlarda bir başkaları gelip bu vakıf emvaline bir daha tasallut ve gasba yeltenememelidir.

Bunun için de en doğrusu, rejimin temel vasfının halkın kesin doğrularına göre tanzim edilmesi yolunun açılmasıdır.

Çok mu zor bir istek?

*