Kış aylarında ulaşmanın imkânsız olduğu dağların ardındaki köylerde kara tren, durağan hayatı hareketlendiren bir misafir…
Zangır zangır geçerken; ağaç dallarındaki kar birikintisi dökülür, vardığını haber veren sireniyle ‘çığ tehlikesi’ yaşatır.
Birkaç hane ile sınırlı dünyalarındakiler için hep hayal ettikleri, hiçbir zaman göremedikleri bambaşka dünyalar ile kurulmuş ortak bir bağ olur demir yığını…
Fırtına ile birlikte yağan karların yolları kapadığı, ev kapılarının açılmadığı soğuk ve sis basmış küçük kasabalardan ya çekip gitmek ya da ölüp gitmek istersin. İki metrenin üzerindeki kar kalınlığı yaşamı, bir soba etrafındaki birkaç oda ile sınırlandırır çünkü haftalarca.
Kars’ta yaşıyorsanız ölümün doğumdan daha yakın olduğunu bilir, dışarı çıksanız uzun zamandır aç olan yırtıcı hayvanların sizi beklediğini çabuk kavrarsınız.
‘Okumak’ dışında bir çarenin olmadığı yerde, çocuklar erken yaşlarda yatılı okullara gönderilir ki, kalabalık evlerden bir kişi ‘kendini kurtarsın.’
Kar kaplı genişçe bir ovanın ortasından, buz tutmuş bir göl kenarından geçerken tren, köy dışında başka hayat bilmeyen çocuklar, yeni yerler görmenin merakıyla, şaşkınlığı aynı anda yaşar. Evler, ağaçlar, dağlar, otlar ve tüneller geriye doğru akarken; deri kaplı koltuğundaki çocuk da henüz 11 yaşında tanıştı tecrübe etmediği zor günlerle… Yatılı okuldaki ilk gecesinde, bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hissetti.
Fakir öğrenci yurtlarında usûl öyledir; yastığını, yorganını, yatağını sen getirirdin, ancak verebilecek bir şeyi varsa eğer ailenin… Yoksa 11 yaşındaki ufaklık gibi demir yatağın yayları üzerinde yatmaya çalıştığın ilk gün, derin bir ‘yalnızlık’ hissiyle dizlerini göğsüne çekerek sessizce ağlardın soğukta, “anne” diye…
Ömrünün son günlerini, senin bulunduğun sınıfların hemen karşısındaki hastane odasında geçiren babana birkaç adımla ulaşacakken; okul ve hastane yönetimlerinin özgürlüğüne koyduğu acımasız yasaklarla gidemezdin. Yattığın pencere kenarındaki yataktan başını kaldırıp baksan görebilecekken hasta yatağının başında gece boyu yanan ışığı, küçük yaşların muhayyile eksikliği, nöbetçi öğretmen baskısı, tutanak korkusu ile ‘ömürlük pişmanlık’ yüklenmek zorunda kalırdın.
Toy çağlarında öğrenirdin karşısında ‘menfaat’ yazan hayatı… Zengin olan yurt arkadaşın bir günlüğüne sana üzerindeki hep özendiğin takım elbisesini verirken; iyiliksever bir iş insanı tarafından sayılı olarak ve ‘ihtiyaç sahiplerine verilmesi’ şartıyla gönderilen zekât elbiselerini, yani senin hakkını da “Benim yok” diye aldığını anlayarak…
Mektup dağıtan bir nöbetçi öğrenci etrafında ‘umutla’ beklemeyi ve hemen her defasında hayal kırıklığı yaşamayı yatılı okul öğrencisi bilir. Bir başkasının kirli gömleğini, ötekinin emanet ceketi ile tamamlayıp derslere girmeyi, okumaktan başka ihtimali olmayan yoksul çocuklar bilir.
Ailesinden ve köyünden ayrı düşmüş gecelerde hüzünle yorganı başına çekip gözyaşı dökmeyi fakir öğrenci yurdundakiler bilir.
“Sabır, acıyı sessizce yudumlamaktır” sözünün hayat bulmuş hâlidir yoksullar ve yurt öğrencileri.
Ortaya konmuş lokmanın rakipleri varsa, hızlı yemek zorunda kalırdınız aç kalmamak için yurtlarda… Yemekleri çok sevdiğiniz için değil, seçme hakkınız olmadığından, yani aç kalmamak için yerdiniz. Zira ‘aç değilim’ diye öğün atladığınızda, daha sonra açacak bir buzdolabınız olmayacağını, “Oğlum sen bir şey yemedin; öyle yatma, bir şeyler hazırlayayım” diyecek anneniz olmayacağını bilirdiniz. Zaten fakir öğrenci yurtlarında aç olmadığınız saat pek yoktur.
Az şey ile idare etmeyi onlar bilir. Havasız odalarda yaşamayı, konfor aramamayı, şikâyet etmemeyi, eşyalarına sahip çıkmayı onlar bilir.
Bütün bu zorluklar ile en tecrübesiz olduğunuz günlerde boğuşur, hayatın sonraki sıkıntıları artık ‘önemsiz’ olur ve siz çok erken olgunlaşırdınız yurtlarda. Ancak geçmiş, geçmemiştir. Hayatınız boyunca yatılı okullardaki mahcubiyetinizi de ömrünüz oldukça sırtınızda taşırdınız.
Sonra sen de hayat boyu herkese yetmeye, yetişmeye çalışırsın, elindeki avucundaki ne varsa onunla…