Ecdadımız nasıl bir dua etmiş olmalı ki zor zamanlarında bu milletin yardımına koşan kahramanlarımız hiç eksik olmadı. Hele ki Osmanlının çöküş döneminde ortaya çıkan Namık Kemal, Sultan Abdülhamid, Ahmet Cevdet Paşa, Said Halim Paşa, Mehmed Akif, Said Nursi, Kazım Karabekir gibi isimlere çok şey borçluyuz. Bu isimler Yüce Allah’ın bu millete bir lütfuydu. Şimdilerde bunu daha iyi fark edebiliyoruz. Necip Fazıl Kısakürek (26 Mayıs 1904 - 25 Mayıs 1983) işte bu isimlerden biridir.
1900’lü yıllarda dünyaya gelen münevver nesli oldukça talihsizdir. Çünkü hem yedi kıtaya yüzyıllarca hükmetmiş Osmanlı Devletinin çöküşüne, hem de Türkiye Cumhuriyeti'nin doğumuna şahit oldular. Bu sancılı ve bir o kadar da çalkantılı süreç, dönemin aydınları üzerinde farklı etkiler bırakmıştır.
İstiklal Harbi ile kurtarılan Anadolu bizim son sığınağımız oldu. Asırlarca ihmal etmemize rağmen Anadolu bize bağrını açtı ve yeni devletimizi burada kurduk. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni yediden yetmişe mazlum Anadolu halkı kurdu. Milletin kanıyla, canıyla kurulan bu yeni devlet aradan çok zaman geçmeden yönünü Batı’ya döndü. Hani yıllardır savaştığımız ve yüz binlerce can verdiğimiz, “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” dediğimiz o Batı’ya…
“Bu ne hazin mesafe iki ten arasında/Bir hâli dinleyenle dinleten arasında”
Dipçik zoruyla yapılan inkılaplar ve Batı’nın taklidi olan eğitim sistemi yukarıda bahsettiğimiz 1900’ler neslini adeta arafta bıraktı. Bir yandan Batılı eğitim almanın diğer yandan da Osmanlının kültürel iklimiyle yetişmiş olmanın çelişkisini atlatmak için büyük bedeller ödediler. Bu ara dönemin münevverlerine baktığımızda yaşadıkları buhranın izlerini görebiliriz. Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yakup Kadri, Nazım Hikmet, Dino kardeşler, Hilmi Ziya ve dahası bu nesle mensuptur.
Necip Fazıl Kısakürek bu nesil içerisindeki en yetenekli sima olarak kabul edilir. Daha ilk kitabından itibaren Türk Şiirinin prensi kabul edilen ve gittiği her ortamda saygıyla karşılanan Necip Fazıl kendi buhranını aşma noktasında hiç kimsenin beklemediği ve dönemin şartları düşünüldüğünde oldukça riskli kabul edilen bir yolu seçti: İslam! Çünkü o dönem “Allah” demenin yasak olduğu, Kur’an okumanın suç kabul edildiği, insanlara zorla şapka giydirildiği meşum bir dönemdi. Sırf ezanı aslından okudu diye insanların darağacında sallandırıldığı bu zor dönemde “İslam”ı kendine yol olarak seçmek ve bunu yüksek sesle dile getirmek her yiğidin harcı değildir. Oysa kolaylıkla dönemin tek parti iktidarına yaklaşıp el üstünde tutulabilir ve krallar gibi yaşayabilirdi. Necip Fazıl bunu yapmadı! Zor da olsa içindeki buhranı sükûnete kavuşturan “Hakk” ve “mücadele” yolunu seçti.
“Sanki burnum değdi burnuna ‘yok’un/Kustum öz ağzımdan kafatasımı" mısraı Necip Fazıl’ın bu geçiş sürecinin özeti gibidir. Geceler boyu kafasını patlatırcasına aradığı ebedi hakikat, Allah’ın bir lütfu olarak önüne kadar gelmiştir. Kendisine Abdulhakim Arvasi hazretlerini tavsiye eden o gizemli çağrı ile hayatı değişen Necip Fazıl tam 30 yaşında yolunu da çizgisini de net olarak belirlemiştir.
“Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum/Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...”
Üstadın “Çile” isimli şiiri bu arayışın muhteşem yansımalarıyla doludur. İlk kez 1936’da yazmaya başladığı bu şiiri aynı zamanda tüm şiirlerini içine alan kitabının adı olacaktır. “Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam/Gezdirsin boşluğu ense kökünde!/Ve uçtu tepemden birdenbire dam/Gök devrildi, künde üstüne künde...// Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!/Ey yedinci kat gök, esrârını aç!/Annemin duâsı, düş de perde ol!/Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!// Gece bir hendeğe düşercesine/Birden kucağına düştüm gerçeğin/Sanki erdim çetin bilmecesine/Hem geçmiş zamânın, hem geleceğin”
Üstadın 1934’ten sonraki yaşamı için tam bir “Çile” diyebiliriz. Üstad, kendisini bekleyen bu zorlukların bilincindeydi. “Ağlayın, su yükselsin!/Belki kurtulur gemi” diyerek daha ilk andan itibaren milletini uyandırmanın gayretine girişmiştir. "Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!" diyerek arşa değen bu haykırış nihayet karşılık bulmuş ve büyük kitlelerin saygısını ve güvenini kazanan Necip Fazıl Kısakürek "Az yaşayacağımı biliyorum; onun için çabuk yaşamalıyım ki, kaybını kapatabileyim" kaygısıyla tüm ülkeyi defalarca bir baştan diğer başa dolaşmış, yıllarca hapis yatmış, mahkeme salonlarını aşındırmış, iftiralara uğramış, yokluk çekmiş, kısacası ömrünü davası yolunda adeta paspas etmiştir. Vefat ettiğinde kendisini bekleyen bir hapis cezası daha vardı ve dönemin cunta lideri Kenan Evren, Üstadın yaşından dolayı affedilmesi gereken bu kararın da infazını istemişti.
“Bir gün akşam olur biz de gideriz/Kalır dudaklarda şarkımız bizim”
“Tohum saç, bitmezse toprak utansın!/Hedefe varmayan mızrak utansın!” diyen bu büyük iman ve aksiyon adamı 1983 yılında dünya yolculuğunu tamamlamıştır. Daha hayattayken kendisini takip eden yüz binler katlanarak milyonlara ulaşmış ve bugünün Türkiye’sini inşa etmiştir. Ayasofya’nın açılması dâhil Necip Fazıl’ın hayalini kurduğu işlerin bir bir hayata geçirildiği ve daha nicesinin sırasını beklediği yılları yaşıyoruz. Daha yapılacak çok iş var. Üstadın bizlere gösterdiği hedeflere ulaşmak için daha fazla çalışmalıyız. Tıpkı Ayasofya gibi tüm insanlarımızın gönüllerini ebedi Hakikat’e açacakları günün özlemiyle yürümeye devam etmeliyiz. Bir taraftan da tek beklentisi “Bir Fatiha” olan Üstadı unutmamalıyız. Mekânı cennet, makamı âlî olsun.