DOLU dolu yaşardık.
Biraz pervasız, hep bilindik adımlarla arşınlardık dünyayı…
Hem birbirimize pek tahammülümüz yoktu hem birbirimizin kalabalığından beslenirdik…
Kavga etmelere teşneydik, asabımız tez bozulurdu. En çok da en sevdiklerimizin kalbine düşerdi sesimiz, sözümüz yanardağdan fışkıran lav gibi…
Sonra “keşke”lerden bir yumak ve pişmanlıktan bir tığ ile giyince hiç yakışmayacağını bildiğimiz bir hırka örerdik kendimize…
Kafeler, AVM’ler, caddeler dolup taşardı bizimle. İki kişi bir araya geldik mi, yaşadığımız şehri terk edip dinlenmekten söz ederdik. Hani şöyle iki gün kaçabilseydik…
Telâş eteklerimizden sarkar, paçalarımıza bir zamansızlık bulaşırdı.
Kimimiz huşû ile kılardı namazını, kimimiz iki kaşın arasında…
Öyle eşle dostla telefonda pek konuşmazdık uzun uzadıya…
Bol gruplu WhatsApp vardı telefonlarımızda. Yazışırdık hâl diliyle değil, hâliyle…
Ve bir gün hiç tanımadığımız bir yabancı çaldı kapımızı. Üstelik birimizin değil, hepimizin, bütün insanlığın kapısını aynı anda çalacak kadar devâsa, gözle görülmeyecek kadar minikti gelen…
Tuhaftı yani!
Ve birden, âniden ezberimiz bozuluverdi…
***
Ülkemizde koronavirüs’ten ilk can kaybını 11 Mart 2020 tarihinde verdiğimizden beridir, inanıyorum ki, pek çoğumuz bu tehdit hakkında çok şey okuduk, dinledik ve pek çok şey öğrendik.
Devlet yetkililerimizin tedbir çağrılarına riayet etmek, Hükûmetimizin geliştirdiği tedbir uygulamalarına sevinmek, sağlık ekiplerimizin gayretine şükretmek gibi güzelliklerle umudumuzu yeşerttik.
Öngörülen tedbir kuralarını dikkate almayanlara eseflendik, esefleneceğiz…
Çoğumuz, “Evde kal” tavsiyesini dikkate aldık ve çok da iyi yaptık. Kimimiz tüm uyarılara rağmen hâlâ pek cesur.
Sokağın gürültüsünden uzakta, sevdiklerimizle aynı çatı altında olmak bize iyi geldi. Hattâ Türk milletinin o muhteşem zekâsı harekete geçti ve koronavirüs ile ilgili esprilere denk geldik, gülümsedik.
***
“Yorgunum” nidâlarıyla hızla geçtiğimiz caddeleri ve sokakları şimdi balkonlarımızdan, pencerelerimizden izliyoruz.
Işıl ışıl caddeler tenha…
Sokaklarda çocuk sesi yok.
Zerzevatçılar geçmiyor, yaşlı bir amca namaza gitmiyor, berber dükkânının önünde askıda havlular salınmıyor.
Kahvelerden çay kaşığı sesi duyulmuyor.
Hızımızdan yorulan şehir sanki uyuyor.
Söylenerek yol aldığımız trafiğin yoğunluğundan da kurtulduk. “Oh ne güzel!” diye geçireniniz var mı içinden?
Büyük AVM’lerin ışıkları da söndü. Ne olacak şimdi?
İnsanlar terk ederdi şehirleri benim bildiğim, şimdi şehirlerimiz bizi terk eder gibi…
Bitti mi? Hayır!
Cemreler düşeli çok oldu. Şimdi mevsim bahar olmalıydı, değil mi?
Öyle aslında… Ama biz mevsimin baharına kapılarımızı örtmek zorundayız şimdi?
Şeftali ağaçları pembe çiçekleriyle mahzun; seyredeni, fikredeni, şükredeni yok gibi…
Dalları beyaz çiçeklerle donanmış erik ağaçları hüzünlü bir baharın habercisi sanki…
Yine gökyüzüne ezanlar yükseliyor minarelerimizden ama bu defa bu çağrıda bir şerh, bir ruhsat var. Gidesimiz var; gidip, caminin avlusundan geçip, mihraba dönüp secde edesimiz var. Ama nafile! Artık evlerimiz secdegâhımız… Yan yana saf tutamamanın “keşke”sini taşıyor omuzlarımız.
Gidemediği yolların yorgunu şimdi ayaklarımız.
Ah, en çok da Kâbe-i Muazzama’nın tenhalığı büküyor boynumuzu.
Maddenin etrafında tavaf eder olduğumuzdan mı yitirdik mânâya meftun tavaflarımızı…
Neden bunca güzellik çekilip alınıverdi elimizden?
Neden, dört duvar arası bir yaşamak düştü bahtımıza?