Şimdi de biraz, dünyada üniversite denildiğinde ne anlaşıldığına bakalım…
ABD, yaklaşık 6000 üniversitesiyle dünyada farklı bir tarzı temsil ediyor. Bu sistemde şahsen dikkatimi çeken iki bariz özellik var:
İlki, rekabetçi sistem içerisinde en iyi öğretim üyelerini istihdam etme ve iyi öğrenciyi kapma yarışı içerisindeler. Ayrıca, özellikle araştırma üniversiteleri olarak adlandırılan üretim odaklı bir üniversite anlayışı dikkat çekiyor. Stanford, Harvard ve Carnegie üniversiteleri bunun tipik örneklerinden.
ABD’de üniversitelerin diğer bir kısmı ise bütçe hesaplamalarıyla boğuşurken ucuz iş gücü olarak görülen düşük profilli öğretim üyelerini bulmakta; nasıl olursa olsun öğrenci toplamakta ve bunlara bağlı olarak rankinglerde sınıf atlamayı başaramamaktalar. Hâlbuki ucuz işgücü, daha düşük profilli öğrenciyi davet etmekle kalmıyor, daha az akademik üretim ve buna bağlı olarak sıralamalarda geride kalmaya ve bunu da sonucu olarak daha az ve hedefsiz öğrenciye mahkûm olma anlamlarına geliyor. Böylece, bu depo üniversiteler, istisnalar dışında, bu büyük kısır döngünün içinden çıkmayı başaramıyorlar. Piramidin en altında kalan yüzlerce üniversite kapanırken yerlerine çabucacık yenileri açılıyor.
ABD’de araştırma üniversitelerinin dikkat çeken ikinci özelliği ise üniversitelerin pazar ihtiyaçlarıyla senkronize büyümesi ve sanayi ile sürekli işbirliği. Üniversite laboratuvarlarının çalışmaları, uzay sanayiinden, savunma sanayiinden gıda, kimya ve imalat sanayiine kadar endüstrinin her türden ihtiyacıyla ilgilidir.
Avrupa’da ise Fransa ve İspanya, aynen Japonya gibi 1000’in üzerinde üniversitesiyle bu büyük küresel rekabetin içinde durmaya çalışıyorlar. Ancak Avrupa üniversitelerinin ABD üniversitelerinde farklı daha belirgin bir özelliği daha var. Geleneksel olarak sürdükleri bir kısmının da kurucu isimlerinin yetiştiği disiplinler olan felsefe, sosyoloji, hukuk gibi sosyal bilimler alanlarında 1800’lerden bu yana uzun süre devam ettirdiği öncülüklerini canlandırmak istiyorlar. Fakat göstergeler bunun uzak bir hayal olduğunu işaret ediyor.
Avrupa’da, aynen ABD’deki gibi, üniversitelerce üretilen ayağı yere basan projeler, tezler, makaleler ve diğer akademik çalışmalar, AB’nin ve üye ülkelerin dış siyaset, sanayi, ekonomi, ticaret, hukuk vb. gibi her alanda dikkate alınıyor ve yeniliklere zemin hazırlıyor.
Hal böyleyken, 1990’larda 50 civarındayken bugün artık 200 üniversitesi olan ülkemizde üniversiteler ne üretmeli hangi ihtiyaçlara cevap aramalı?
Öncelikle, üniversitelerin sadece öğrenci yetiştirme konusunda değil, bulundukları coğrafyada topluma ve insanlara her noktadan katkı sağlama görevlerinin olduğu unutulmamalıdır. Eğer aksi düşünülüyorsa bu depo üniversite mantığı hızla terkedilmeli ve konsept değiştirilmelidir. Bunu yaparken de kurulurken dar kaynaklı, öğretim üyeleri bir strateji ve planın parçası olmaksızın seçilmiş öğretim üyeleri olan ve bulunduğu şehir bakımından doğal sınırları olan üniversitelerden merkezdekilerle aynı katkıyı beklemek haksızlık olacağı unutulmamalıdır.
Diğer bir ifadeyle üniversitelerin, bilginin üretilmesi kadar, topladığı ve ürettiği bilgiyi toplumla paylaşması ve topluma faydalı bir ortam kurulması konusunda rehberlik görevi vardır.Üniversiteler öncelikle, gençlerin kültürel, sosyal ve meslekî açılardan gelişimini sağlamak ve içinde olduğu topluma öncülük etmek, küresel seviyede üretilen bilgiyi toplamak, depolamak, değerlendirmek, analiz etmek ve faydalı olanları kendisi ve toplum için katkıya çevirmek derdini taşımalılar.
Bir sonraki yazımızla bu seriyi tamamlayacağız.