Boğaziçi Üniversitesi'ne Cumhurbaşkanı tarafından rektör atanmasıyla başlayan protestolar gerçekçi bir talebi ifade ediyor mu? 40 yıldır Türkiye'de rektörler, akademisyenlerin seçimiyle değil, cumhurbaşkanı tarafından atama yoluyla göreve geliyorlar. Öyleyse bu gürültünün sebebi ne? Kemal Alemdaroğlu gibi ülkenin en köklü üniversitesini "despotizmin merkez üssü" haline getiren, orduyu darbe yapmaya alenen teşvik eden rektörlere tepki göstermeyenlerin Melih Bulu'yu protesto etmesini "akademik özgürlük"le izah edenler aklımızla alay ediyorlar.
Hepimiz biliyoruz ki, sorun rektörlerin atanması değil; atamayı yapan iradenin artık doğrudan halkoyuyla seçilmesi. Onlar "halkçılık" lafını en fazla kullanmalarına rağmen, halkın tercihlerine daima düşman oldular.
Kırk yıldır, "YÖK kalkacak, polis gidecek, üniversiteler bizimle özgürleşecek" sloganını dillerine pelesenk edenlere sormak lazım: Siz kimsiniz? Nasıl bir kimliğiniz var ki, üniversiteler sizinle özgürleşecek?
ONLAR GİBİ DÜŞÜNMÜYORSANIZ YAŞAYAMAZSINIZ
Sağ-sol kavgalarının en yoğun olduğu İstanbul, ODTÜ, Marmara, Yıldız gibi üniversitelerde okuyan öğrenciler bu yapıları çok iyi tanırlar. Mesela, şu anda Boğaziçi eylemlerinin öncü isimlerinden Erkan Baş ile aynı fakültede okudum. HDP'den vekil seçilip, TKP'ye oradan da genel başkanı olduğu TİP'e geçen Baş, o yıllarda Edebiyat Fakültesi'nin hem sağcı hem de solcu öğrencilerinin yaka silktiği bir SİP'liydi. Çünkü, 28 Şubat darbesini destekleyen örgütü, bir gün ülkücülerle kavga ederken, diğer gün bagajında terör örgütleri olmayan bir sol yapıyla kavga ederdi. Adeta okula kavga etmeye gelmişlerdi.
Üniversitelerin kendileriyle özgürleşeceğini iddia eden bu marjinal yapılar, her gerilimden sonra, adeta polis gibi kapıda nöbet tutar, kimlik kontrolü yaparak sağcı-solcu fark etmeksizin haz etmedikleri öğrencileri okula sokmazlardı. Bir defasında kendi halinde ülkücü bir genç, korkusundan altı ay okula gelememişti. Aynı uygulamayı bazı sol yapılara mensup öğrencilere de yaparlardı. Buna "cezalandırma" diyorlardı.
Onlara göre kendileri gibi düşünmeyenlerin eğitim almaya hakları yoktu. Zaten başörtülülerin, kimliklerini kıyafetleriyle izhar ettiklerinden okumaya hiç hakları olamazdı. Okuldaki kavgalar genellikle İslam'a ya da Türklüğe hakaret eden bir bildiri için çıkar; duvara astıkları o pespaye kağıt parçasının önünde saatlerce demir çubuklar ve sopalarla nöbet tutarlardı.
ÜNİVERSİTEDEN KANDİL'E
Öğrencilerin binde birini bile temsil etmeyen bu küçük sol örgütlere göre, dindarlar "gerici", ülkücüler ise "faşist"ti. Bu yüzden bu gün Boğaziçi'nde "faşizme ve şeriata geçit yok" diye höykürenler, aslında ülkenin büyük çoğunluğunun "eğitim hakkına düşmanlık ediyoruz" diyorlar. Fırsatını bulsalar, yaşam hakkı da tanımayacaklar.
Önceki gün Kadıköy'de gözaltına alınan 65 kişinin 58'inin DHKP-C'den PKK'ya, MLKP'den TİKKO'ya kadar çeşitli terör örgütleriyle bağlantısının bulunması hiç şaşırtıcı değil. Çünkü bu örgütler, üniversiteleri akademik bir mekan olarak değil, teröre adam kazandırma yeri olarak görüyorlar.
Eylemcilerin büyük çoğunluğunun öğrenci olmaması da şaşırtmıyor. Zaten ekranlarda öğrenci kavgası diye izlediğiniz o görüntülerdeki kişilerin bir kısmı, terör örgütlerinin sokaktan topladığı hatta bazen dağ kadrosundan getirdiği militanlar. Öğrenciler bu kavgalarda pişiriliyor, seçilenler soluğu Kandil'de alıyor. Hendeklerde boğulduğunda PKK'nın imdadına bildirileriyle yetişen akademisyenler ise üniversite ile dağ arasındaki ideolojik köprüleri kuruyor.
CHP'li vekillerin cenazelerinde gözyaşlarına boğulduğu teröristler nerelerde yetişti sanıyorsunuz? Şimdi siz söyleyin: Üniversiteler bunlarla mı özgürleşecek?