Üniversitenin konumu ve işlevi dünyada kabaca iki asır tartışılır. Değişen yönetim ve ekonomi düzenleri eşliğinde üniversite de bu değişime ayak uydurmaya çalışmıştır. 19. yüzyılda Heidelberg Üniversitesi kendisini “Üretken Akademik Cumhuriyet” kavramı ile tanımlamıştı. Çünkü üniversite, tıpkı bir cumhuriyette olduğu gibi, “sorumlu yurttaşlar tarafından kendi kendini yönetmek ve adeta birer yurttaşlar topluluğu gibi hareket etmek” istiyordu. Bu bakımdan Alman üniversitelerinin hukuki yapısı hala Humboldt’un temel felsefesini taşır.
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken de bu Alman modeli esas alınmış, yeni kurulan devletin siyasal refleksleri ile uyum halinde bir rol üstlenmişti.
Değişen siyasal koşullara göre Türkiye üniversitelerinde de köklü değişimler yaşandı. 1946 tarihli Üniversite Kanunu’dan sonraki 1973 ve 1981 reformları darbe koşullarında ortaya çıktı.
Daha sonra yaşanan Avrupa Birliği ve serbest piyasa koşullarının oluşturduğu global ekonomi perspektifi yordamıyla akademide özerklik, vesayet ve liberal kaygılar gündeme gelmişti.
Fakat Ashby’nin “Bir üniversite, kendi doğumuna kaynaklık eden fikri yeterince muhafaza edebilecek kadar sabit olmalıdır; ancak aynı zamanda, kendisini destekleyen topluma da uygun kalmak için yeterince sorumluluk duymalıdır.” temel yargısı üniversitenin tartışıldığı hemen hemen hiçbir koşulda yerinden oynamadı.
Siyasal iktidarlar, üniversiteyi tartışanların özerklik vurgusuna, üniversitenin topluma karşı sorumluluklarını ve kurumsal finansmanın devlete ait olmasını gerekçe göstererek mesafeli durdu.
Fakat yeni dünya düzeninde bilginin bütünüyle sermaye ile sıkı bir ilişki içinde olduğu bir sürece geçilmiştir.
Bu noktada devlet-üniversite ve sektör üçgeninde şekillenen bir üniversite dinamizmi öne çıkmış oldu. Bilgi toplumu ve bilgi üretimi, çağın kutsadığı temel kavramlar olmuş ve bu kutlu üretimin kutsal mekanı olarak da üniversite öne çıkmış oldu. Fakat, kuruluş reflekslerindeki gelenekçilik ve demokratik seçimlere dayalı yönetim düzenlerinin beklediği istikrar kaygıları nedeniyle üniversite kendisinden beklenen rolü yeterince yerine getiremedi.
Endüstri, son yüz yılda hızla değişen üretim kıvraklığı ile üniversiteleri geride bırakmıştır. Üniversite, sermayenin sonu gelmez değişim ve yenilik arayışlarının arkasından yetişebilmek ve sektörlerin açtığı istihdam alanlarına eleman yetiştirebilmek arasında ezilip durmaktadır.
Akademi dünyası, her ne kadar piyasa koşullarının gerisinde kalsa da endüstrinin doğal havzası olan sağlık, fen ve teknoloji bilim alanları imaj değerleri bağlamında itibarlarını koruyabileceğini vehmetmektedirler.
Fakat kabul edelim ki bu durum, kamuya ait bir bütçeleme ve gelenekçi kurumsal yapı göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’deki bir kamu üniversitesinin üstesinden gelebileceği bir misyon değildir.
Bana göre bugün dünyanın temel sorunu bilgi üretimi ve sanayinin gelişmesinden çok daha hayati olan “sosyal sermaye”dir. Konu üzerinde çalışanların referans aldığı tanımı yapan Robert Putnam, kavramı “sosyal sermaye, sosyal örgütlenmenin şebekeler, normlar ve güven gibi, koordine edilmiş faaliyetleri kolaylaştırarak toplumun verimliliğini yükseltebilen özellikleridir.” şekilde tanımlamıştır. Bu tanımın karşıladığı işlev bu toprakların mayasıdır. Bir toplumun deneyimlerinden yola çıkarak huzur ve güvenlik içerisinde birlikte yaşamaktan hoşnut olduğu bir iklim tesis edebilmektir.
Üniversite, bu konuda söz söylemesi gereken kurumların başında gelmelidir. Sanayi ve teknoloji algısı ile sanat, spor ve diğer sosyal bilim alanları üniversitelerde atıl duruma düşmüştür. Üniversiteler için artık yeni bir tanımlama yapılmalı ve yeni bir misyon tartışılmalıdır. Global çağın savurduğu ve dünyada hemen herkesin aynı sanayi ürününü üretebildiği bir dünyada üniversitenin bu yarış içerisinde savrulması beklenmemelidir. Bu savaş, sermayenin hayatta kalma savaşıdır. Bilişim ve ve dijital endüstrisinin hızla eskiyen ve eskiten rekabet ortamında bilgi kurumunun bütün şubelerinin koşturmasına mahal yoktur. Özel ve kamu üniversiteleri,sektörle ilişkili bilim alanlarını üretim dinamizmi ile uyum içerisinde yeni bir yapıya kavuşturarak üniversitenin temel işlevini korumak zorundadır.
İnsanoğlu kadim zamanlardan beri barınmak, korunmak ve yaşamak ister. Bunu da sadece teknoloji üreterek sağlayamazsınız. Bu yarışın sonu da yoktur kazananı da. Toplumlar kaderini yaşarken öncelikle adalet, huzur ve saadet ister.
Bu yazıda, “Bilge BİNGÖL, Üniversite Özerkliğinin Değişen Tanımı ve Üniversitelerin Yeniden Yapılandırılması, Hacettepe Hukuk Fak. Derg., 2(2) 2012, 39–75” künyeli makaleden yararlanılmıştır.