Elif Kuşağı

Umut... Bir gülümseme yetti!..

Abone Ol

Hazırlayan: İstanbul Fatih Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencileri

Suriye'deki iç savaş 11'inci yılına girerken, zalim Beşşar Esed rejimi ve destekçilerinin saldırıları sebebiyle yüz binlerce kişi hayatını kaybetti, milyonlarca sivil de yerinden yurdundan oldu.  Bu yazımızda mülteci kamplarında hayata tutunmaya çalışan çocukların geleceğe karşı umutla bakışlarını sizlere aktarmaya çalışacağım.

Adı Rumeysa, adı Elmas, adı Rama...

Adı Hasan, Kamar, Esma, Semar…

Onlar arada kalmışlar, üstelik bunlar binlercesinden bazıları.

Onlar bu savaşın, bitmeyen vahşetin ve korkunun çocukları; şimdiyse, geldikleri bu hayata tutunmaya çalışıyorlar.

Çekingen ama güçlü…

Ölü ama canlı…

Hayatsız ama yaşıyor.

Hepsinin ortak yanı: Umut...

Okuyarak olmaz, görmek istiyorum diye toparlanıp gittim mültecilerin başkentine.

Tanıştığım, konuştuğum çocukların ürkek bakışları altında saklanan duyguları, hikâyeleri duymak istedim; bana güvensinler istedim, öyle yanaştım onlara.

Onlardan biri...

Adı Rama, 13 yaşında. Mülteci kampında kalıyor.

Savaş başlayınca ailesiyle beraber yaşadıkları köyden çıkmışlar, bir daha da geri dönememişler.

“KİM BU KADIN!”

Rama, beyaz tenli bir kız. Yemyeşil gözleri ve dudağının üstünde kahverengi bir ben var. Başörtülü, sekiz yaşından beri böyle olduğunu söylüyor.

Kocaman gözlerini bana dikmiş: “Kim bu kadın!” der gibi bakıyor.

Aslında iki çocuk karşı karşıya oturuyorduk ama yine de garipti, bambaşka dünyalardan olduğumuz aşikârdı.

Dağlar kadar fark vardı aramızda ama bir gülümseme yetti o farklılıkları yıkmaya.

Birbirini anlamak isteyenlerin arasındaki beton duvarları yıkmaya bir gülümseme yetmez mi? Kalpten gelen bir tebessüm yıkıcı dozerlerden daha etkili olur bazen.

Çocukların karşısında savaş, ayrımcılık, vahşet duramaz ki. Yetişkin hastalıkları bunlar.

Çadırlardan oluşmuş bir tarla... Ardı ardına dizilmiş sayısız beyaz piramit evler ve o evlerde 6 bin kişi barınıyordu.

Çadırlar arasında iki kişinin yan yana zar zor yürüyebileceği kadar boşluklar var.

Hava soğuk, bazı çadırlardan duman yükseliyor.

Etrafta bir traktör dolaşıyor, üstündeki adam birer çuval atıyor her çadırın önüne: Kömür.

Bazılarının önünde sandalye, bazıların da küçük birer masa ve tabureler var, bazılarının önü ise boş.

Muhabbet eden adamlar var etrafta.

Gözleri dikkatimi çekiyor nedense. Hepsi renkli gözlü, benim gibi.

Bir sahte mutluluk var burada anlam veremediğim.

Dokununca anlaşılacak gibi geliyor bana, insanların acıları...

Dokunmak istediğim Rama bunlardan sadece biri.

Sekiz kardeşten en büyüğü.

Suriye’deki hayatını sorduğumda yüzü hafif gölgelenip “Kalamazdık, geride kalmak bıçak altına yatmak demekti.” diyor:

 “Zar zor geldik, akrabalar orada kaldı. En büyük ağabeyimi ve babamı orada kaybettik!”

Ağabeyini ve babasını kaybetmesini ne kadar kolay söyledi sanki, gözleri dolmadı bile, ne oldu bu insanlara, neler yaptık hepimiz? Benim mi gözlerim doluyor ne?

MÜLTECİ KAMPINA KURULAN OKUL

Ölümle yüz yüze gelmiş 13 yaşında bir kızla konuşuyorum. Tüylerim diken diken.

Zorla büyümüş bu kız, o çocuksu saflığı elinden alınmış sanki, çok donuk ya da çok güçlü mü demeliyim?

Konuyu değiştiriyorum.

Rama’nın en büyük isteği okumak, yüzü aydınlanıyor anlatırken.

Kampın içinde kurulan okulda çok başarılı, üniversiteye gidip avukat olmak istiyor. Avukat! Ne kadar güzel bir hayal, bir amaç, geleceğe dair umut!

Okuldan sonra annesine kardeşleriyle ilgilenme ve yemek yapmaya yardımcı olduğunu fakat diğer bütün zamanını ders çalışmaya ayırdığını anlatıyor.

Bir insanın hayalini paylaşmak kadar anlamlı başka bir şey yoktur bence ve daha yeni tanıştığım bu kız, bana güvenip hayalini anlatıyor.

Kâğıt üzerindeki farklılıklarımız karşılıklı oturunca bizi birleştiriyor.

Rama bir dakika müsaade istiyor, kardeşinin bir sıkıntısı var, yardıma çağrılıyor.

Kampa göz gezdiriyorum ben de...

Başı bağlı kadınlar görüyorum. Ya üç çocuğu birden kontrol etmeye çalışıyor ya da elinde tencere tava bir yere gidiyorlar.

Kampta kalanlara kişi başı aylık 85 liralık gıda parası veriliyor, harcama için. Belli saatler arasında kampa girip çıkmak serbest.

Çıkanlar daha çok erkekler oluyor.

Gölgeli bir yere gidiyorum, içim üşüyor, sonra çocuklara bakıyorum. Çoğunda mont yok. Bir basketbol sahası iki top etrafında belki yirmi belki otuz çocuk koşuşturuyor.

Okul için daha küçük yaştalar sanki.

Aralarında sadece iki bilemedin üç kız var.

Göz ardı edilemez bir erkek yoğunluğu.

Kızlar, kadınlar çadırdan çıkmıyor mu?

Tam bu sırada Rama geliyor.

Konuşurken arkamdan sürekli patlama sesleri geliyor, her seferinde irkiliyorum.

AKRABALAR AYRI ÜLKELERE AİT OLMUŞ

Benden başka kimseden tepki yok.

Sonunda dayanamayıp soruyorum: "Bu ses nedir ve niye kimse dönüp merak etmiyor?" diye. Bombaymış!..

İçim yanıyor, akrabalarının o köylerde yaşadıklarını bile bile dinliyor insanlar, bu bomba seslerini. Kimse de dönüp bakmıyor, ‘alışmışlar’ demek!

Demek, insanlar ölümün sesiyle yaşıyor bu mülteci kampında.

Üstelik sevdiklerinin başına ne geldiğini bilmeden.

Rama ile fotoğraf çektirmek istediğimde bir anda geri çekiliyor, yüzünü kaçırıyor, hızlı hızlı konuşarak “Olmaz, akrabalar Suriye'de, görürlerse onların canını alırlar!” diyor.

"Peki" diyorum...

Kampta benim konuştuklarımın çoğu Türkçe biliyor.

Zaten yıllar önce sınırlar öyle bir şekilde çizilmiş ki, bir kardeş bir tarafta diğer kardeş öteki tarafta kalmıştı. Akrabalar ayrı ülkelere ait olmuştu!

Türkçeyi unutmamışlardı.

Rahat diyalog kuruyorum. Hepsi beni tanımadıkları halde, kendilerine hiç benzemeyen bu İstanbulluyu güler yüzle karşılıyor.

O sırada başı bağlı bir kadın bize doğru yaklaşıyordu, Rama’nın annesiydi.

Gözlerinin nuru azalmıştı, güler yüzlüydü, adı Gusun’du o da benim gibi Türkçe konuşuyordu, hiç unutmamış Türkçeyi.

Güneş batıyordu, aslında Gusun Hanım beni kendi çadırına davet etmek için gelmişti,

Kabul ettim...

Soğuktan içim titriyor, çadırların arasında geçerken herkes tebessüm ederek bana el sallıyordu, anlaşılan buraya gelişim tüm kampa yayılmıştı.

Vardığımızda Çadırın önünde iki tane sandalye vardı, bu soğuya rağmen çadırdan duman yükselmiyordu.

İçeriye girdiğimizde her şey dağınıktı eşyalar üst üsteydi, çadırın sağ kısmı mutfak sol kısımındaysa katlanmış yorganlar vardı, yerdeki hasır ıslaktı, yağmurdan...

 Ortada bir yemek tepsisi var , oturmamı istediler. Gusun Hanım Rama’yı kardeşlerini yemeğe çağırrması için göndermişti, çocuklar geldiğinde bana garip garip bakıyorlardı, benim ise ilk fark ettiğim şey hiçbirinin üstünde mont yoktu.

Herkes yemek sofrasının etrafında halka kurmuştu, yemek yerken mutluydular bazıları kahkaha bile atıyordu, yaşadıkları sıkıntılara rağmen hala gülüyorlardı bu cehennemin ortasında sofra onların tek cennetiydi, sofradayken Rama ile göz göze geldik.

Yemeği bitirdikten sonra herkes yorganların altına geçip muhabbet etmeye başladı, civardaki çadırlarda yaşayan komşular da bize katıldı, onlar arasından 30 yaşlarında bir genç kız vardı, adı Halime idi. Nedense dikkatimi çekti, hiç mutlu değildi, muhabbet ortamını bozmamak için mimiklerini zorla değiştiriyordu, diğer komşular kendi çocuklarını tanıtırken onun gözleri doldu ve o gözyaşları dökülmeden dışarıya çıktı, ne oldu niye ağladı? Herkesten farklıydı, onunla konuşma gereği duydum ama çadırdaki herkes bana dikkat kesilmişti, onları önemsemiyormuş gibi görünmemek için bir süre muhabbet ettik ama aklım hep dışarıdaki Halim’de. Laf lafı açınca aralarında sıyrılmayı başardım, çadırdan çıkınca Halime’yi aradım... Az ilerde bir taburenin üstünde oturuyordu, yanına gittim ve konuşma fırsatım olsun diye kampı gezdirmesini istedim, beni kırmadı ve bana kampı anlatmaya başladı, en son yüksek bir tepeye gelmiştik. Biraz oturalım mı, diye sordum.

"Peki." dedi

Biraz sohbet ettikten sonra cesaretimi toparlayıp sordum: “Aramızdan niye ayrıldın?”

Cevap vermedi.

Önümüzde çok büyük dağ vardı.

Uzun uzun o dağa bakıp "Şu dağın arkasında ne var biliyor musun?" diye sordu.

"O dağın arkasında bir cehennem var, kocaman bir hapishane var!"

Nefesini içine çekip devam etti: "Orada binlerce kadın, çocuk var, aklın almayacak kadar işkence görüyorlar."

 Sustu, yüzü karardı, gözleri yeniden doldu.

"Ben o cehennemde iki yıl esir kaldım, işkence gördüm! Eşimi önümde işkence ederek öldürdüler.

Kızımı ve oğlumu gözlerimin önünde kaybettim, benden yardım istiyorlardı ama yapamadım yardım edemedim o canavarların elinden çocuklarımı kurtaramadım!"

ÇOCUKLAR SOĞUKTAN ÇADIRDA UYUYAMIYOR!

 O anlatırken ben de gözyaşları içinde boğulmuştum, ona rağmen teselli etmeye çalıştım ama yapamadım, bu konuda çok beceriksizim. Böyle bir acıyı hangi teselli dindirebilirdi ki?

Çadıra döndüğümüzde komşular kendi çadırlarına çekilmişlerdi.

Çocuklar, soğuktan uyuyamıyorlardı.

Her yerden çocuk ağlama sesi geliyordu.

Bana en iyi yastığı en kalın yorganı vermişler, onlar ise ince çarşaflarla vücutlarını sıcak tutmaya çalışıyorlardı.

Bana verdikleri yorganı alıp çocuklara örttüm ve normal çarşafla kendimi sardım, yatağıma geçtim, uyumaya çalıştım ama uyuyamadım. Burada gecelerde farklı rüzgar uğultusuyla karışmış çocukların ağlama sesleri büyüklerin hıçkırıklarını gizliyordu. Uzun aralıklarla patlayan bombaların yankısı uykuya dalmamı engelliyordu. Yatağımdan kalkmaya karar verdim. Bu zifiri karlığın tek umudu olan yıldızlarla süslenmiş gökyüzüne içimi dökeyim diye.

HEPSİNİN TEK ORTAK NOKTASI: UMUT

Çarşafı üstümden atıp doğruldum Gusun Hanım’ın uyumadığını fark ettim, çadırdaki erzakları kurcalıyordu, kimsenin onu fark etmesini istemiyor gibi bir hali vardı, erzakların arasından bir poşeti alıp çıkardı, sanırım uyanık olduğumu fark etmedi.

 Merak ettim...

Kalkıp takip etmeye karar verdim kampın sonunda yırtılmış uçmak üzere olan bir çadıra girip yaşlı bir kadına o paketi verip onunla sohbet etti.

İşte o zaman anladım ki dünya bunları yormuş bazen güldürüp çoğu zaman ağlatmış olabilir ama hiçbir zaman içlerindeki o insanlığı unutturmamış.

Çadıra döndüm ve tüm patlama ve çocuk ağlama seslerine rağmen uyudum aslında uydum sayılmaz çünkü her düşen bomba sesiyle uyanıyordum.

Sabah oldu, o temiz kalpli insanlar, masum çocuklar ve umutlu gençlerle vedalaşma zamanı gelmişti.

Döndüğümde çevremin bana merakla sordukları ilk şey Suriyeli çocuklar oldu.

Suriyeli çocuklar bize benziyor, akıllarda yaratılmış hiçbir olumsuz figüre benzemiyorlar.

İçlerinde barındırdıkları direnç ve umut, hayranlık uyandırıyor.

Evlerine, ülkelerine dönmek isteyen çocuklar onlar.

Kendilerine gelecek yaratmak isteyen, bazen saf, çoğu zaman olgun çocuklar onlar.

Hepsinin tek ortak noktası: Umut

Onlar...

Mülteci çocuklar onlar.

YUSUF ALAHMAR / SURİYE