Uluslararası İlişkiler’in formel düzeyde ortaya çıkışına değin Siyaset Bilimi, Felsefe ve Hukuk alanlarında devlet yönetimine ve devletler arasındaki ilişkilere yönelik çalışmalar yapılıyordu. Fakat topyekûn savaş tecrübesi ve savaş sonrasındaki katastrophe, artık temel sebeplere yoğunlaşılabilecek yeni bir arenayı zorunlu kıldı. Beklenti büyüktü, uluslararası sistemde kalıcı barışı sağlama iddiası böylelikle hedefe konuldu.
Gelinen aşamada Uluslararası İlişkiler ile devletler arasındaki muhtemel şiddeti kontrol altına alabilecek bir diplomasi zemini desteklenecek, yeni iletişim kanalları inşa edilecek ve bunlar akademik düzeyde bilimsel olarak temellendirilecekti. Bu temenni öylesine idealize edildi ki ilk Uluslararası İlişkiler Kürsüsü yeni bir büyük güç potansiyeline sahipolan ABD’nin başkanının ismi ile anıldı. Gerçi Başkan Wilson bile kendi ülkesinde sunduğu prensipleriyle o dönemde pratikten ve gerçekçilikten yoksun olmakla itham ediliyordu.
Dünyanın bahsi geçen problemi yeni değildi ve sanılandan büyüktü. Toplumsal hayata geçtiğimiz günden bugüne insanın karnesinde kırık bir not olarak organize şiddet hep yer etmişti. Buna rağmen Birinci Dünya Savaşı yıkımının büyüklüğü pragmatik aklı devreye soktu. Devletlerin karşılıklı etkileşiminin sonucu olarak büyük bir savaşta tüm aktörlerin müteselsilen zarar göreceği anlayışı zorunlu bir sorumluluğu herkese yüklüyordu.
ABD Başkanı Wilson’da aynı saikten beslendi. Hakkında yazılan realist biyografik tasvirlerin aksine maceracı ya da hayalperest değildi. Don Kişot hayranlığı bulunmuyordu. Bir nevi konjonktürün getirdiği koşulların bir sonucu olarak Realpolitik yapıyordu. “Olması gereken” ile “olan” uyumunu gözetiyordu.O dönem Amerika’nın Hegemon güç yarışına kova ile su taşıyor, idealist görünümlü pragmatist politika uyguluyordu.
Bugün bile Kissinger tarzı yaklaşımlarla Wilsoncu İdealizm eleştirileri sürdürülüyor. Oysa Amerikan devlet aklı tüm kapıların aynı yere çıktığı ortak bir amaca hizmet ediyor. Çünkü strateji ve politika belirleme dönemsel hareketlerin sonucu olarak şekillenir. Temel mesele ise hangi zamanda ne tür bir dış politika stratejisi belirleneceğinin doğru tasarlanması ile ilgili olmaktadır.
Değerlendirmelerimizi Batı eksenli bir tarih okumasına hapsetme sığlığını gösterdiğime yönelik eleştiriler yapılabilir. Olası böyle bir kritiği bertaraf etmek amacıyla söylemem gerekiyor ki her devirde tarih yazımı galiplerin ajandaları ile besleniyor, hatta belirleniyor. Bundan kaçınabilmenin mümkün olup olmadığı ise belirsiz gözüküyor. Fakat bu minvaldeki mağduriyetin farkındalığını şimdilik belirtmekle yetinelim. Tartışmayı daha kapsamlı bir beyin fırtınasına dönüştürmek için konuyu şimdilik başka bir yazıya havale ediyorum.
Ayrı olarak vurgulamam gerekir ki “anlamaya” yönelik çaba serüvenimizde konuların bağlamına, yani mekânına ve zamanına giderek analizler yapmaya çalışıyoruz. En doğru tespitleri elde etmek ereğimiz olsa da Anakronizm tuzağına düşme ihtimalimizin de kuvvetle muhtemel olduğunu da hatırlatmak istiyorum.