Üçüncü dünya için savaşmak mı?

Üçüncü dünya için savaşmak mı?
Abone Ol

Hadi gelin şu “üçüncü dünya savaşı” meselesinin adını bir koyalım. Uzun bir dönemden beri gündeme gelen ve bir küresel savaşın üçüncü evresi için kullanılan bu tanımlama, aslında neye tekabül etmektedir ve gerçek çerçeveyi tanımlar mı?

En başından söyleyeyim 1914’te başlayan savaş bitmiş bir savaş değildir. Zira 1914’te başlayan bir savaş da değildir. Savaşlarda süreklilikler pekâlâ mümkündür bana göre… Özellikle zihniyetlerdeki süreklilikler belirler bu durumu… Doğu ve Batı diye ifade edilen temel “zihinsel yarılma”nın tarihi seyri ve başlangıcı, küresel savaşın da izleğini verir bize…  Bu sebeple, bugün için üçüncü küresel savaşın başlaması diye de bir şey de yoktur. Olsa olsa zaten devam eden bir savaşın farklı bir görünümde ve farklı bir evresine işaret ediliyor olabilir…   

Aynı hedeflere yönelmiş büyük güçlerin zaman zaman farklı boyutlara taşınan ama hiç bitmeyen bir savaşı var orta yerde duran… Bakmayın siz ateşkeslere falan… Onlar sadece savaşın cephedeki kısmını durduruyorlar, belirli bir süreliğine… Yani savaşmaktan yorgun düşen bedenlerin, bazen kısa bazen de daha uzun dinlenme araları gibi maalesef… Oysa üzerine kavga edilen şey öylece orada duruyor. Kimsenin ondan ebediyen vazgeçtiği de yok…

Vazgeçmeyişler yeni çatışmaları da içinde barındırıyor neticede. Her kaybeden ya da yorulan devlet ateşkesle bir “mola” alırken, yeni hücum için taktiklere de başlamıştı çoktan… Nereden mi biliyorum? Coğrafi keşifler, Batı’nın Doğu farkındalığı ve onun üzerine hesaplar ve sonra savaş, sonra mola ve sonra hep kaldığı yerden devam eden yeni savaşlar… Bu, hiç bitmeyen ve büyük bir zihinsel yarılmanın beslediği bir savaş…

Öyle sanıyorum ki bu ayrışma ve ayrışan iki cepheye ait sürekli ve sistematik tanımlama, her iki tarafında alanlarını genişletti… Bu tanımlamalar uzlaşmayı da öncelese farklılıkları güçlendirdi… Güç dengelenmeleriyle de zaman zaman dinginleşen çatışma, bugünlerde çok farklı bir yönelime giriyor… Sarkaç Batı için inişi gösterirken aşırı hareketler bu çatışmayı beslemeye başladı… Bir süreliğine “zihin karargâhı”na çekilen çatışmayı yeniden cepheye çekme çabaları var; kaldığı yerden devam etmek üzere…

Teknolojinin bu denli geliştiği bir dünya da hiçbir savaşın mutlak kazananı olamaz. Şehirlerden uzak sadece orduların kazandığı ya da kaybettiği savaşlar döneminde değiliz. Savaş en acı yüzünü şehirlerde gösteriyor son yüz yıldır; uçaklar ve füzelerle…

Birinci dünya savaşında galip görünenler de çok yorgundu; bir tık daha ileriye taşına bilseydi yenen ve yenilen yer de değiştirebilirdi belki. Fransızların, “Savaşta kazandık ama köşedeki bakkala yenildik” sözü, bu hakikatin en önemli göstergesi değil mi? Bu yorgunluk uzun bir süre sahte bir barış havası estirdi, Batı için… Fakat kimsenin petrolden ya da Doğu’daki zenginlikten vazgeçtiği iddia edilemez. “Sulh” gibi görülen bu dönemlerde de savaş dışı rekabet enstrümanlarının devreye sokulduğu çok farklı bir mücadele vardı. Bu da azımsanamayacak bir savaştır…

Ünlü antropolog Marcel Mauss; “Bir yenilik ne kadar marjinal bir görünümle karşımıza çıkarsa çıksın içi geçmişle doludur” der. O, bu sözüyle savaşları kastetmedi kuşkusuz. Fakat Batı’yla Batı’yı ya da Batı’yla Doğu’yu savaştıran ortak çıkar, Doğu’nun zenginliğidir. Onun etrafında dönemler de ne kadar farklı görünümde olurlarsa olsunlar içlerinde bu zihniyetin kırıntılarını taşırlar…

Birinci, ikinci ya da üçüncü, adı her ne olursa olsun bunlar aynı ve hiç bitmemiş bir zihniyet savaşının farklı bölümlerine (chapter) işaret ederler… Yani birileri fark etmemiş olsa da fitili 1492’de İngiltere tarafından ateşlenmiş ve devam eden bir savaş var ortada; bazen ticaret, bazen vekâleten, bazen de asaleten…

Sonuç olarak: Ne yazık ki yüz yılar önce kınından çıkmış kılıç da söz de hâlâ kanatmaya ve zulmetmeye devam ediyor…