Türkiye,beklendiği gibi üçüncü küresel saldırıyı ekonomi üzerinden aldı. Aslında kararın yanlışlığından daha çok her zaman olduğu gibi zamanlaması manidardı. Bu çerçevede gündem hemen ekonomik yorumlara dönüverdi. Ben de kamuoyunun aksine ekonomik göstergeler (sonuç) değil, ilksel nedenler (zihniyet) üzerinde durmak istiyorum.
“Türk’ün ne iklimi var ki, bir de iktisat iklimi olsun!” diyebilirsiniz. Hatta hakkımızdır da bunu demek. Öyle ya, ne iklimi var? Hangi mevsimin insanı bu Türkler? Bu tarz soruları ciddiyetle soranlara diyeceklerimiz olacak bizim de. Değil mi ki at ayağı külük, ozan dili çevik olur?
Dar anlamda değil, geniş anlamda (Özelgil) Türkler’in bir mutfağından, müziğinden (halk-sanat), şiirinden ve hatta mimarisinden bahsedebiliyorken neden bir iktisadî anlayışından bahsedemiyoruz veya bahsetmiyoruz. Olmadığı için mi, göremediğimiz için mi?
Bilindiği gibi ve genel anlamda Türkler’in ilk meslekleri, geçimlikleri, dirliği, diriliği hayvancılık ve bunun türevleriydi. Anadolu’da hayvancılık azalarak devam etse de Türkler büyük ölçüde toprakla, yani tarımla (tarak, taramak, tarla, tarı-darı) meşgul oldular.Şimdi ise büyük ölçüde hem hayvancılık, hem de tarım dışı alanlar (sanayi ve hizmet) üzerindendirliğini/geçimini sürdürüyor.
Hayvancılık ve tarım, iklimin ve mevsimlerin belirleyiciliği tarafından şekillenirken sanayi ve hizmetler dünyasında mevsimler o denli etkili değil. Orada küresel bir piyasa hükmünü icra ediyor. Ancak her büyük dönüşümü tercih ederek değil, o dönüşüme maruz kalarak vartayı atlatıyoruz. Her atlattığımızda da bir önceki mesleğimize ilişkin bilgileri sıfırlamış oluyoruz. Bu da, yeni dönemin çığır açıcı mesleklerine karşı sıfır kilometre bir birikimle girmemize neden oluyor. Böylece bütün dönemlerde hep yetişmemiz gereken işler oluyor. Ve kendimizi hep muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için son vagona atlamaya çalışırken buluyoruz.
İçinde bulunduğumuz yıllar da dâhil olmak üzere yine büyük ölçüde verimlilik kavramına çok uzak bir dünyada yaşıyoruz. İşlere, maddeye/eşyaya, çevreye ve hatta zamana karşı büyük ölçüde çok romantik bakıyoruz. Bu yüzden olsa gerek bu topraklardan başka yaşayacak yerimizin olmadığını (cenin-büzüşme) düşünüyoruz. Oysa Yahudiler, maruz kaldıkları değil, seçtikleri meslekler (her türlü ticaret / anti cenin) dolayısıyla nerede olsa yaşamaya hazır durumdalardır.
Şunu görmemiz lazım: Bir şeyi çok üreterek fark yaratacağımız ne bir coğrafyamız var, ne de nüfusumuz var. Ama bu, üretmekten vazgeçmemiz anlamında asla düşünülmemelidir. Dünyaya bakış açımızı (zihniyet) değiştirmekten başka bir seçeneğimiz yok. Şerbetli/formatlı zihinleri emek hırsızlığından alıkoyacak yegâne soru, “Ben ne yapıyorum?” sorusu ile muhatap kılmaktır.Sorunun her bir kelimesi ile tek tek muhatap olmaktan bahsediyorum.
Zihniyet dönüşümünü başaramazsak toparlanamayız. Toparlanamadığımızda da gönderecekleri kesin! Bırakın zihnimiz dağınık kalsın deme şansımızın olmadığı bir güzergâh çünkü buralar…