“Zevcem Alman’dır. Kendisiyle evlenirken benim dinimi kabul etmesini şart koşmuştum. Aramızda sevgi vardı; şartımı kabul etti, evlendik.
Aylar geçti, bir gün kendisine vaadini hatırlattım ve aramızda şu konuşma geçti:
—Hanım, hani senin bana verilmiş bir sözün vardı?
—Hangi söz?
—Hani benim dinime girecektin ya?
—Olur, gireyim doktor ama ben senin dininin ne olduğunu anlayamadım ki… Ben haftada bir kiliseye gidiyorum, Allah’ın huzurunda boyun büküyorum. Sen, ne kiliseye gidiyorsun ne havraya gidiyorsun ne de camiye gidiyorsun. Tük’ün dini nedir? Ben senin dinini anlayamadım.
Eşimin, Alman kızının, bu sözü beni ruhumdan yaraladı, kalbimden vurulmuşa döndüm. Kendimi, geçen hayatımı; günlük, aylık, yıllık yaşamımı, ömrümü gözden geçirdim. ‘Yahu ben ne olmuşum? Yahu Türk’ün ne dini ne imanı kalmış, ne camii…’
Alman kızı beni böyle yaraladı. Serseriliğimi anladım. O zaman babam hayattaydı. Hemen bir mektup yazdım: ‘Aman babacığım, bana dinî kitaplar gönder.’ dedim.
Babam da cami imamına, müezzine, vaizlere sormuş; birkaç tane kitap alıp gönderdi. Bunların içinden en çok işime yarayan Doktor Ali Kemal (Belviranlı) Bey’in ‘İslam Prensipleri’ eseri oldu.
Böylece namaz nedir, oruç nedir, hac nedir, zekât nedir; haram helal nedir, Müslüman nasıl yaşar öğrendim. Namaza başladım; peşinden ramazan geldi, oruca başladım. Namaza başlayınca içkiyi, kumarı bırakmıştım. Bu fenalıklardan, kendi kendimi rezil rüsva etmekten kurtuldum. Dolayısıyla onun bunun davetine gitmez oldum, eve bağlandım. Geceleri teravih kılan dostlar bulmak lazım geldi. Muhitimiz, dostlarımız, münasebetlerimiz, kısacası hayatımız değişti; hayata benzedi.
Bir zaman sonra hanım, kendiliğinden dedi ki: ‘Ayhan, şimdiden sonra gel benim dinime gir, diyebilirsin. Ben, Allah’ın huzuruna haftada bir çıkarken sen günde beş defa çıkıyorsun. Açlığa katlanıyorsun, huyun değişti, güzelleşti, hayatımız nurlandı. Ben de senin dinine gireceğim.’
O ramazan günlerinden birinde beraber namaz kıldık. Namaz surelerini de çabucak öğrendi. Evimize bağlandık; içkiden, kumardan, israftan kurtulduk, evimiz bereket doldu.
Yaşlı kayınvalidem dedi ki: ‘Çocuklar, nur oldunuz siz yahu!.. Ee benim günahım ne? Bana da öğretin!..’
Ona da Kelime-i Şehadet’i yazdırdık, hem aslını hem tercümesini ezberledi. O günlerde hasta oldu, son günleriymiş. Bize, ‘Çocuklar ben yolcuyum fakat perişan bir hâlde Allah’ın huzuruna gidiyorum. Bana, kulum nasıl geldin derse kitabınla geldim, diyeyim. Kur’an-ı Kerim’i göğsüme koyun.’ dedi.
Kur’an-ı Kerim’i göğsündeyken Kelime-i şehadet getirerek gitti. Allah rahmet eylesin.”
Bu hatıra rahmetli Ali Ulvi Kurucu Hocamızın Hatıralar adlı eserinin dördüncü cildinden… Hikâyenin kahramanı Almanya’da yaşayan bir doktor… Okuyunca gözyaşlarımı tutamadım.
Eskiden Müslümanlar, söyledikleriyle değil; yaşadıklarıyla, yaşamlarıyla fark ediliyor ve kişilikleriyle, toplum içindeki duruşlarıyla birer İslam tebliğcisi oluyorlardı.
Şimdi, bizim giyimimize kuşamımıza, yaşamımıza, sürdüğümüz hayatımıza bakıp kim bize Müslüman der ve bizden etkilenip İslam’a girer?
Hepimiz sözde Müslüman ve Alman kadınla evlenmiş doktor gibiyiz. Ancak fark şu ki: O Doktor, Hak ve hakikate dönmüş, biz henüz onun kadar şanslı değiliz.
Bizlere bakanlar, aynı o hanım gibi “Türk’ün dini nedir, ben anlayamadım.” demez mi?
Bu gidiş nereye? Sonumuz ne olacak?