Türkler ve akraba topluluklar arasında Schengen adımı atlanılmamalı (I)

Abone Ol

Medya kanalıyla ekranlara ve gazetelere art arda düşen binlerce gerekli gereksiz haber arasında oldukça önemli bir tarihi adım hak ettiği önemi göremeden, farkına bile varılmadan geçiştirilip gitme tehlikesi altında. TRT’nin Azerbaycan Türkçesindeki haberleri arasında gördüğüm bu önemli gelişme, Kazakistan’ın Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan ve Kırgızistan arasında “Türk Schengeni” adıyla şimdilik turistler için uygulanacak tek bir ortak vize uygulaması konusundaki heyecan verici önerisinden bahsediliyordu. Avrupa Birliğinde vizesiz geçişler 60 yıldır uygulanırken Doğudaki kardeş halklarla aramızdaki sınırlar her zaman alabildiğine kalın ve yüksek kaldı.

Kazakistan’ın İpek Yolu üzerindeki halkların birbiriyle daha fazla teması için öngördüğü bu önemli ve tarihi proje, önümüzdeki aylarda Türk Şurası’nın en önemli başlıkları arasında olacak. Umarız, hak ettiği önem verilerek sınır ve gümrüklerin karşılıklı gevşetilmesi için bir başlangıç olur.

Bu tarihi hamlenin görünenden çok boyut ve etkilerinin olacağını şimdiden söylemek bir kehanet olmayacak. Bu yakınlaşmadan dünyanın ne Doğusu ne de Batısı memnun kalmayabilir. Rusya, ABD ve Çin’in ortak ilgi sahasındaki bir coğrafyadan Orta Asya ve Kafkasya’dan bahsediyoruz.

Bugüne kadar böyle basit ama önemli adımın atılmasında üç ayrı engel var idi:

İlk olarak bölgede hâkimiyetini kendine psikolojik olarak bağlı bürokratları aracılığıyla bağımsızlığın ilk yıllarında sürdüren ve bu halkların ortak çıkarlarına yönelik adımları engelleyen Rusya, bölgede görünenden daha büyük bir potansiyel ve avantaja sahip idi. Bölgenin Türkiye’ye yakınlaşmasına her türlü siyasi ve psikolojik müdahalelerle engel olmaya çalışıyordu ve neredeyse 15 yıl öncesine kadar bu politika başarıyla sürdürüldü. Türkiye’nin Karabağ konusundaki Azerbaycan’ın beklentilerini karşılayamaması; Orta Asya’daki toprak, sınır ve su uyuşmazlıklarında Türkiye’nin hakemliğe girişmemesi ve aktif rol üstlenmemesi; bölgede Türkiye’yi temsilin uzun yıllar FETÖ’ye havale edilmesi; Hariciyenin yakın zamana kadar bölgeyle ortak paydaları gündeme taşımaması; Türk-İslam kültür sahasındaki koca bir coğrafyanın Rus kültür alanındaymış gibi kaderine terkedilmiş olması gibi ölümcül hatalar onarılması şart olan ağır hasarlar bıraktı.

İkinci olarak Türk dış politikası içinde Türk dünyası önem sırası bakımından 3-4 yıl öncesine kadar beşinci sıraya konulmuştu ve stratejik belgelerde bu maalesef açıkça söylenebiliyordu. Türk dünyası Türk dış politikası öncelikler arasında birinci değilse ikinci sırada olmak zorundadır. Doğumuzdaki 300 milyonluk akraba halkların ancak, Türkiye’nin dış dünya ile ilişkilerinin bozulduğu ve zora girdiği noktalarda son çare olarak düşünülen bir alternatif olarak görülmesi ortak bir hatamızdır.

Orta Asya ve Kafkasya’da bağımsızlığına kavuşan ülkelerle ilişiklerde, 1992’den bu yana yaklaşık 40 yıl içerisinde Türkiye’nin gerekli adımları atamaması ve kendi içlerindeki çekişmeler, Rus kültürünün bıraktığı siyasi, kültürel ve sosyal enkaza rağmen ilişkilerimizin bozuk olmaması mucizevidir.

Gerçekçi olmak gerekirse, Türk dünyası şansı için gereken sosyal, kültürel, ekonomik ve hukuki altyapının basit seviyedeki ilk adımlarının bile TRT Avaz, TİKA’nın sınırlı yatırımları ve Yunus Emre Enstitüsünün son yıllardaki birkaç temel yatırımı dışında atılmamış olduğunu söylemek gerekir. Alfabe birliği gibi en temel bir noktada ilgi ve bilgi eksikliği, sempozyumlar seviyesinde kalan ve bir türlü devletler seviyesine çıkarılmamış olan başarısız girişimler bu konuda gereken destek zemininin oluşturulamaması ile ilgiliydi.