Daha önce konuya dair birkaç yazıyla Türkiye’nin göçmen politikası hakkında, görüş, katkı ve önerilerimi sizlerle paylaşmıştım. Bugün yaşanan son gelişmeleri göz önüne alarak birkaç hususa dikkat çekmek istiyorum:
Ülkemizde Suriye’den üç milyona (gayri resmi beş milyon) yaklaşan sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye, dünyanın diğer bölgelerinden de göçmenleri kabul ediyor. Bu insanlar, eğitim almak, çalışmak veya ülkesindeki savaş, iç karışıklık, anti-demokratik uygulamalar, siyasi baskılar veya potansiyel tehdit kitlesi olarak etnik ayrımcılığa maruz kalma gibi gerekçelerle diğer ülkelere olduğu gibi ülkemize de geliyorlar. Ülkemizde Suriyelilerden sonra Irak, İran, Balkanlar, Rusya Federasyonu, Afganistan ile Doğu Türkistan’dan (Çin) gelen göçmenlerin yoğunluğunun olduğunu biliyoruz.
Burada “püf noktası”, göçmenlerden oluşan insan kaynağının, envanteri tutulmuş, demografik yapı özelliklerine göre ve öncelikle eğitim durumuna göre tasnif edilmiş ve yönetilebilir nitelikte olmasıdır.
Türkiye, tarihi misyonu ve coğrafi konumu dolayısıyla Balkanlar, Kırım, Kafkasya ve Ortadoğu’dan tarih boyunca göç almış ve tolere edebileceği ölçüde yeni insan kaynağı ile beslenegelmiştir.
Göçmenlerin bir kısmının yenice tutundukları ülkenin vatandaşlığını kazanmak için bir beklenti içinde olmaları son derece normaldir. Geldikleri ülkelerde çoğu kez hatıralarından başka geriye bir şey kalmamış; bu insanların ya arkalarında kimseleri kalmamış veya kalanlarla görüşme imkânları kalmamıştır. Bu son duruma verilebilecek tipik örnek, dünyanın farklı bölgelerine dağılmak zorunda kalan Uygurlar.
Uygurlar, ortada bir savaş veya iç savaş olmamasına rağmen dünyadaki en ağır hak ihlallerinin yaşandığı trajik bir örnektir. Burası, ülkesinden hukuka uygun ve resmi makamların izni ile ayrılmış olan öğrenci, işadamı veya turistin hiçbir gerekçe gösterilmeksizin bir anda kaçak ilan edildiği; anne ve babalarının toplama merkezlerine hapsedildiği dünyadaki tek örnektir. Yerel makamlardan alınan bilgilere göre Uygurlar’ın laik, dindar, milliyetçi, komünist veya herhangi bir dünya görüşünün olmasına bakılmaksızın aynı akıbete maruz kaldıkları biliniyor. Onların düşünceleri, hayat tarzları değil, sadece Uygur olmaları, Çin devleti tarafından diğer Çin vatandaşlarına uygulananlardan onlarca kat ağır bir muamele görmelerine sebep oluyor.
Uygurlar’ın niçin diğer ülkelere çıkmaya çalıştıklarının diğer gerekçelerine bakarsak: Bütün Uygurların pasaportlarına el konmuş olması; seyahat özgürlüğünün olmaması; kaynaştırma politikası adıyla her Uygur aileye yetişkin bir Çinli erkeğin gönderilmesi; yurtdışındaki akrabalarıyla telefonla görüşme yasağı; inanç ve vicdan özgürlüğünün hiçe sayılması; sistematik olarak Çinliler’in getirilerek kendi topraklarında azınlık hale getirilmeye çalışılmaları; bir milyona yakın Uygur’un toplama merkezlerinde hapsedilmesi ve böylece ailelerinin parçalanması.
Çin devletiyle barışık ve onun izniyle bugüne kadar bilim, sanat ve kültür faaliyeti yapan Uygurların cezalandırılması da yaşanan paranoya ve insan hakları ihlallerinin vardığı son noktayı göstermektedir.
Bu tür uygulamalar, net bir şekilde Uygur halkına karşı etnik/kültürel asimilasyonun ve uluslararası hukuk tanımına göre etnik ve kültürel bir soykırımın habercisidir.Bu şartlar atında hiçbir Uygur’un doğup büyüdüğü topraklarda ana-babası, ailesi ve sevdikleriyle birlikte huzur ve güven içerisinde yaşaması imkânı kalmadığından başka bir ülkeye göçü (hicret) kimse için yadırganacak bir durum değildir.
Türkiye’ye özellikle eğitim ve iş kurma amacıyla gelmiş olan Uygurların dil ve kültür benzerliği dolayısıyla birkaç ayda toplumla kaynaştığı, geneli itibariyle iyi niyetli ve uyumlu insanlar oldukları ve vatandaşlık konusunda herkesten daha fazla haklarının olduğunu söylemek gerekiyor.
Maalesef 20 milyonluk Uygur halkının insan haklarının hiçe sayılmasına, Türk halkı dışında kulak verecek bir adres “denge hesapları adına” bulunmuyor.Beş milyona yakın Suriyelinin savaşın bitişinden sonra ülkelerine dönmeleri halinde, gecikmeden Türkiye’nin milyonlarca Uygur için ev sahipliği yapmasına bir engel görülmemelidir. Mümkün olanlara vatandaşlık verilmesine ve ölüm anlamına gelen “iade” asla düşünülmemelidir.
Diğer bir örnek ise Rusya’dan özellikle Kuzey Kafkasya Cumhuriyetleri olan Dağıstan, Çeçenistan, İnguşetya, Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkar Cumhuriyetlerinden gelen ve kendi yurtlarında ağır siyasi baskılar dolayısıyla yaşama imkânı kalmayan göçmenlerdir. Zannedilenin aksine bu insanların çok büyük bir kısmı savaşa karışmamıştır. Onların dışında Tatar, Özbek, Tacik, Gürcü ve az sayıda Müslüman olmuş Rus da ülkemize sığınmış durumdadır. Kafkasyalılar’a, 15-20 yıldır Türkiye’de ikamet etmelerine ve geriye dönemeyecek olmalarına rağmen vatandaşlık hakkı veya mülteci statüsü verilememesi ilginçtir. Uygurlar ve Kafkasyalı göçmenler Türkiye’de halkın bünyesine en hızlı şekilde uyan, kanunlara karşı gelmeden barışçıl bir hayat yaşamayı tercih eden kendi halinde sorunsuz insanlar.
Bahsettiğimiz bu insanlar vatandaşlık için başvurduklarında her nedense diğer milletler kadar kolaylıkla vatandaşlık alamıyorlar. Herkesten istenilen nüfus cüzdan bilgileri, medeni hal belgesi, doğum belgesi gibi kayıtların Çin Konsoloslukları tarafından asla verilmediği; Rusya Federasyonu’ndan almanın ise oldukça güç olduğunubilmeden reddetmek hiç de doğru değildir ve bu durum genelgelerle acilen düzeltilmelidir. Onları geriye dönerek hapsetmeye zorlamak için, pasaport süreleri geçenlere yeni pasaportlarının verilmemesi de resmi makamların dikkatinden kaçmamalı.
Pratik çözüm şurada:
Haklarında detaylı arşiv araştırması yapıldıktan sonra, bu kişilerin ellerindeki eski tarihli veya yeni pasaportlarındaki nüfus bilgileri, Türkiye’de beş yıl ikamet etmiş olmaları, Türkçe konuşuyor olmaları, suça karışmamış olmaları ve ahlaki yeterlilik gibi kriterleri sağlayanların haklarında vatandaşlık kararı verilmesi için yeterli görülmelidir. Diğer bir yol da bu insanların, hukuken ve resmen “göçmen olarak kabul edilmesi” halinde istisnai vatandaşlık için gereken şartlardan birisi açılmış olacaktır.