Tarih boyunca çok az düşünürün/ilim ehlinin uğraşmayı göze aldığı, hamulesi yüksek bir şeydir kontrolden çıkmış, “sefih -zevke düşkün- yetiştirme merkezi” haline gelmiş bir refahın, devletleri nasıl yıktığını irdelemek…
Bu sebeple de -imparatorluklar ya da süper güçleri kastediyorum- yıkılışlar, genellikle kolay yoldan izah edilmeye çalışılmıştır; belki de “son vuruş/hamle” olarak düşünülmesi gereken savaşlar üzerinden…
Oysa “Biz artık olduk” düşüncesiyle başlayan ve her gün biraz daha yıkıla yıkıla ilerleyen, uzun bir sürecin son ve en küçük kısmıdır, savaş…
Kaçınılmaz bir yaradılış kanunu olarak “olma”nın bir sonraki adımı, “çürüme”dir kuşkusuz; ama en lezzetli aşama ya da lezzetin baştan çıkarıcı seviyeye erdiği yer de, çürümenin bir adım öncesi olan “olgunlaşma”dır, ne yazık ki…
Her ham olgunlaşmaktan, her olgunlaşan da çürümekten ilanihaye kaçamaz ve bir gün mutlaka yüzleşilir bu gerçekle…
Tıpkı Ahmet Cevdet Paşanın Osmanlı için söylediği şu hakikatli sözdeki gibi: “Ölümü kaçınılmazdır; fakat eğer tedbir alınırsa ihtiyarlık süresi uzatılabilir…”
Bu hakikat, süreleri her devletin kendi gerçekleri içerisinde değişebilse de toplumların, doğup büyüyüp sonra da öldükleri bir döngüselliğe tabi olduğuna inanan bütün düşünürlerin ortak görüşüdür…
Çöküşün kırılma noktası da refahın zirve yaptığı yerdir…
“Oldum diyen solmuştur” sözüyle insana seslenen Mevlana Hazretleri aslında bu acı gerçeği, daha içine düşmeden haber verir…
Fakat her var-oluş kendi inkılabını öyle ya da böyle, o ve ya bu sebeple tamamlaya kodlanmıştır…
Her toplum, “refah” seviyesini artırmak için çok çetrefilli bir mücadele verir, hatta daha fazlasına ulaşmak için savaşları bile göze alır; devletlerinin, ordularının öncülüğünde…
Fakat “yeterli” olanın sınırını çizmek, her toplum ya da devlet adamı için kolay olmamıştır…
Her toprak daha fazla toprağı, her mal daha fazla malı ve her para da daha fazla parayı davet etmiştir…
“Su hep akmalı ama sele dönüşmemeli” sözünü hatırlarından çıkaran muhterisler, zevk düşkünleri de refahın sınırlarını zorlayarak onu, kendilerini de yutacak, engel olamayacakları bir sele çevirmişlerdir…
Çok ilginç bir hakikat olarak, birçok konuda anlaşamayan insanlar/toplumlar, “para için göğüs geçirme” konusunda ayrı düşmezler hiç…
Sanki “insanlığın en iyi şeyi” buymuş gibi mutabıktır herkes; hatta tanrılarına minnettar görünmek için bile -her inanç kendine göre elbette- para adarlar ya…
Sefihler için durum öylesine hazin bir manzaraya bürünür ki, adeta fakirlik bir beddua hatta küfür halini alır…
Ve sonunda “hiçbir açgözlülüğün cezasız kalmayacağı” gerçeği gelip çatar, zevk düşkünü açgözlülere; sanki en büyük ceza açgözlülüğün kendisi değilmiş gibi…
Ve en iyi dönemi tanımlayan “Altın Çağ”lar da hiçbir toplum için -tıpkı altının sadece altın olarak kalamadığı gerçeğine nispet yaparcasına- “Altın Çağ” olarak kalamazlar; bu açgözlülük yüzünden…
Binlerce yıldır değişmeyen bir hakikati, yine binlerce yıl öncesinden bize seslenen bir filozofun sözleriyle hatırlayalım: “Bunca devlet görevlisini zincire vuran, devlet görevlisini, yargıcı atayan şu para şerefli olmaya başladığı günden bu yana, gerçek şeref denen şey değerini yitirdi…”
Elindeki refah seviyesiyle her şeyi satın alabileceğini düşünenler için “en şerefli” şeyin “para” olması hiç şaşırtıcı değildir aslında…
Allah refahı, zevkleri hayatımız için zorunlu olan şeylerin içine saklamıştır aslında; onlara daha iştiyakla ulaşmaya çalışalım diye…
O zorunlu olan ulaşmak değil de, sırf zevkin kendisi amaç halini aldığında sefahat başalar…
Bu aşamada gözünü tutan para ile görme yetisini kaybetmiş sefih için en büyük şaşkınlık, çürüdüğünü anlamasıyla başlar; bazıları da hiç anlayamadan çürüyüverirler…
Başlangıçta başı eğik, uysal olmayan hiçbir kimse yoktur neredeyse…
Fakat ne zamanki belirli bir güce erişilir ve bu güç yayılır, genişler etrafa, işte o zaman durdurması zorlaşır onun; ta ki çürüme baş gösterene kadar…
Kıstas ve tamamlayıcı cümleler şunlar olsun o halde: Bizler zayıfız, her şeyi kendimize yasaklayamayız elbette…
Acı çeklim, ama az çekelim…
İstekli olalım, ama az istekli olalım; makul bir şekilde…
Kızalım da, ama yatışacağımız seviyede…