Bir ülkenin dünyaya damga vuran bir medeniyete sahip olması için ekonomisi kadar sanatı, kültürü, mutfağı, sporu, bilimi de gelişmiş olmalıdır. Türkiye’nin en büyük şanslarından biri de hem birçok farklı medeniyete ev sahipliği yapmış Anadolu topraklarına sahip olması hem de Selçuklu ve Osmanlı medeniyetine sahne olmuş bir tarihe sahip olmasıdır.
Her ne kadar Cumhuriyetimiz 1923 yılında kurulmuş olsa da tarihsel ve kültürel köklerimiz çok daha derinlere dayanmaktadır. Bugün popüler kültürde ön plana çıkan, dünyada kültürel hegemonyayı başarıyla gerçekleştirilen bir ülke düşünüldüğünde akla ilk önce Amerika Birleşik Devletleri gelse de bizim köklü medeniyetimiz ile ABD suni kültürü mukayese bile edilemez.
Peki, bugün neredeyse dünyadaki bütün gençler Starbucks’ta kahvelerini yudumlar, McDonalds’ta hamburgerlerini yer, Hollywood film ve dizileri seyreder, ABD menşeli sosyal medya araçlarını kullanırken, Türkiye bu alanlarda ne durumda ve biz kendi sanat, kültür ve mutfağımızı koruyup geliştirmede ne derece mahiriz?
Bir dünya gücü olmanın yolunun sadece askeri güçten değil de kültürel üstünlükten de geçtiğini fark eden ABD, hard power (sert güç) kadar soft power (yumuşak güç) araçlarını da ustalıkla kullanmaya başladı. Ayrıca askeri güç, kan ve şiddetle kurulan üstünlüğün uzun süreli olmayacağını fark eden ABD, insanların bedenleri yerine zihinlerini ele geçirmenin gerçek bir üstünlük olduğunu anladı.
İşte bu yüzden bugün en emperyalizm karşıtı gözüken ülkede bile ABD’nin dünyaya sevdirdiği filmler, diziler, sanatçılar hatta en küçük yaşta gözlerimiz parlayarak izlediğimiz çizgi filmler tanınır. En ABD karşıtı insanın içinde bile bütün bunlara karşı istem dışı bir sempati oluşmuştur.
Türkiye, yumuşak gücün önemini geç kavramış olsa da bugün bu alanda en başarılı ülkelerden biridir. Başta Afrika kıtası olmak üzere dünya çapında yaptığı insani yardımlar, dünyanın dört köşesine ihraç ettiği film ve diziler, en ücra köşelerde bile açılmaya başlayan Türk okulları, bu amaçla atılmış başarılı adımlara örnektir.
Bütün bunlar başarı gibi gözükse de temelde sanat ve kültür camiamız, değerlerimizi yansıtma ve yaşatma noktasında oldukça başarısız. Sanatta hâkim olan iki akım vardır: Sanat için sanat ve toplum için sanat. Toplum için sanatı başarıyla gerçekleştirilmiş “gerçek” sanatçılar dünya tarihine damga vurmuştur. Bu sanatçılar içinde yaşadıkları toplumun acı ve mutluluklarına ayna olmuş, bunları tasvir etmiş ve resimleriyle, şarkılarıyla duygulara dökmüştür. Örneğin Picasso'nun Guernica adlı tablosu 26 Nisan 1937'de İspanya'daki Guernica şehrinin bombalanmasını anlatır ve savaş trajedilerinin ve savaşın bireyler üzerindeki acı verici etkilerinin bir yansımasıdır. Bu noktada bizim de Yunus Emre’den Neşet Ertaş’a kadar uzanan sanatsal yolculuğumuza damga vurmuş oldukça değerli isimlerimiz mevcut. Edebiyatımızda da Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal ve Aziz Nesin gibi önemli isimleri okuyarak yaşadıkları dönemi anlamamız, tahlil etmemiz ve bunlardan ders çıkarmamız mümkün.
Peki, bugün “sanatçı” olarak adlandırdığımız kişilerin kaçı bu toplumsal kaygıyı taşıyor? Batı popüler kültürünün etkisiyle içi boş senaryolardan yola çıkılarak gerçekleştirilmiş film ve dizilerde fiziksel özellikleriyle ön plana çıkan bu kişilere ne derece sanatçı diyebiliriz? Bu kişiler milli duygu ve kaygılara sahipler mi? Yoksa birçoğu küreselleşmenin çetinleştiği bir dünyada belli ideolojilerin borazanlığını yapmakla mı görevlendirilmiş?
Bunları yazmamın sebebi son günlerde özellikle ödül törenlerinde “sanatçı” olarak adlandırılan kişilerin halktan ve milli çizgiden uzak bir duruşla yaptıkları konuşmalar. Merve Dizdar’dan Melek Mosso’ya, Eda Ece’den Mabel Matiz’e kadar birçok tanınmış simanın yaptığı konuşmalar günlerce ülkeyi çalkaladı. Bazıları yurt dışında ülkelerini şikâyet ederlerken, bazıları da sırf kendi tuttuğu tarafa oy vermedi diye depremzedeler üzerinden mizah yapacak kadar ileri gitti. Bugün belki de onların “sayesinde” sanat ve kültürümüzün millileştirilmesi adımları üzerine kafa yormaya başladık.
TRT'nin bu amaçla kurduğu dijital platformu “Tabii” bize umut veriyor. Bunun haricinde de toplumsal kaygılar taşıyan sanatçılarımızı bir araya getirmek amaçlı derneklerin kurulması üzerine düşünülebilir. Her hâlükârda, ekonomik kalkınma kadar kültürel ve sanatsal bir diriliş de yaşamadan bir dünya gücü olamayacağımızı bilmemiz gerekiyor.