Bir insanın miladı ne zaman başlar?
Mesela bir siyasetçinin masasına, politikaya atılmadan önceki hayatında yaptığı basit hataları ‘adisyon’ olarak getirilebilir mi?
Veya rakip parti liderinin veya adayının kişisel/özel hataları üzerinden bir siyaset dili inşa etmek doğru mudur?
Makul veya izahı açıklanamayan şeyler üzerinde nasıl mutabık kalınabilir?
Bir şeyi yeniden tartışalım:
İstanbul’un önemli –ama sabıkalı- otellerinden birine büyük bir baskın gerçekleştiriliyor. Haber ilk dakikalarda 5N 1K kuralına göre veriliyor fakat kısa bir süre sonra haber “İstanbul’da ünlü bir otele bilmem ne baskını…” başlığı altında servis ediliyor.
Yani otelin ve sahibinin adı buzlanarak…
Ama ünlü bir otel olduğu vurgusu haberin sonuna kadar devam ediyor.
Otel ve sahibi neden korunuyor? Gerçekten korunuyor mu? Yoksa yeni habercilik anlayışımız bu biçime mi evrildi? Bu türden her haberde aynı hassasiyet gösteriliyor mu? Bunlara bakmak lazım…
Başka bir örnek…
Herhangi bir adi suç nedeniyle bir şahıs gazeteye haber oluyor. Gazetenin ilk sayfasında adı –misal- A.Ş. (32) olarak rumuzla veriliyor. Aynı haberin içerideki devamında şahsın adı açık şekilde yazılıyor.
Yine bir başka örnek…
Birine ait bir ses kaydı rakip firma veya şahsın eline geçiyor. Bu kayıt, sözü edilen iki kişi arasında ileride yaşanabilecek rekabet için derin dondurucuda bekletiliyor. Teknik veya maddi imkânları bu ses kaydını elde etmeye müsait olan taraf, kampanya sırasında konuşmaları yayınlayıp onun üzerinden bir kampanya geliştiriyor.
Bu üç örnekte doğrular ve yanlışlar vardır…
Fakat doğru ve yanlışın hukuku nerede başlar ve biter, buna dair net bir yorum, içtihat veya ahlaki ölçümüz yok.
Bu meseleleri “hamama giren terler” diyerek geçiştirecek miyiz?
Yoksa Allah’ın tövbe kapısı son nefese kadar açık değil midir?
En çok esirgeyen, en çok bağışlayan O değil midir?
Kul bir hatasından dolayı pişman olmuş ise…
Nedamet yaşı dökmüş ise…
Ve yaş aldıkça hatasının farkına varmış ise…
Hatalarını sürekli gündemde tutup toplumun gözüne sokmak doğru mudur?
Dikkat edilirse ben burada bir yargıda bulunmuyorum, kimseyi suçlu ilan etmiyorum. Bir durumdan söz ediyorum.
Her şeyin bu kadar aleni yaşandığı…
Güvenlik gerekçesi veya nedeniyle herkesin aldığı nefese kadar takip edildiği/ edilebildiği bir dönemde…
Mahrem olanla kamusal olanın sınırlarının artık birbirine geçtiği bir dönemde bu meseleleri nasıl birbirinden ayıracağız?
Bir ölçüye ihtiyacımız var?
Hakkaniyetli…
Kendisi için istemediğini başkası için de istemeyen bir ahlaka…
“Boğaz’ın altına tünel yapmışlar. Yazıklar olsun! Ne güzel denizi seyrede seyrede köprüden geçiyorduk. Trafik sıkışık da olsa… Ne o!.. İki dakikada Boğaz mı geçilir, olmamış” diyen bir zihniyetin varlığını kabul ederek…
Ve bu zihniyetle sonuna kadar mücadele ederek…
Hayatı disiplinle başlatan Almanlar’a,
Geçmişini bilmeyen geleceğini tayin edemez diyen İngilizler’e,
Yaşamak için üreteceksin diyen Japonlar’a sadece bakıp iç geçiren Eski Türkiye refleksinden hakkaniyet ve ‘eşduyu’ ile kurtulacağız.
Yani “Ali ata bak”, “Bak Ali bu at”, “Ayşe ip atla” diyerek değil…
Hülasa, artık toparlanma vakti.
Eski Türkiye’deki gibi “Bizden bir şey olmaz” yerine, “Artık memleketin sahibi geldi, açılın” diyerek girişmeli her işe…
İşte o vakit bu arızalar giderilmiş olur.