TDK’nın çıkmazı!

Abone Ol

Bir soru ile başlayalım: Dört katlı bir binanın tablosunu düşünelim. Bu resimdeki dört katlı binayı yapan kimdir? Ustalar, işçiler, mühendis ve mimarlar mıdır yoksa ressam mıdır? Basit gibi görünen bu soruya farklı cevaplar verildiğini düşündüğümüzde “asıl ile taklit” arasındaki farkın da tanımını bilmek gerekiyor. Elbette ki binayı yapan ustalar, mimar ve mühendislerdir. Ressam ise bitmiş bir yapının benzerini belki biraz da parlatarak tabloya dökmüştür.

Dilimiz için de benzer bir problem yaşanmaya devam ediyor. Dili yapan kimdir? Millet midir, milletin konuştuğu dili eserlerine taşıyan yazar ve şairler midir yoksa dilin yapısını inceleyen dil uzmanları mıdır? Elbette ki dil milletin bağrında şekillenir. Yazar ve şairler ise milletin fertleri olarak o dili eserlerine taşıyarak daha geniş kitlelere aşılarlar. Dil uzmanları ise milletin ve yazar-şairlerin ortaya koyduğu dili araştırmakla yetinirler.

Tüm bunları niçin yazıyorum? TDK’nın ( Türk Dil Kurumu) salgın döneminde dilimizi adeta esir alan yeni kavramlar karşısındaki çaresizliğini gördüğüm için yazıyorum. TDK’nın bu çaresizliğinin doğuştan getirdiği bir çıkmaza dayandığını gördüğüm için yazıyorum. Bilindiği gibi 1932 yılında kurulan TDK’nın asıl amacı uyduruk kelimeler üreterek eski kelimeleri dilimizden tasfiye etmekti. Bu amacını hiçbir zaman tam olarak gerçekleştiremese de dilimizi fakirleştirdiği de muhakkak. Dünyada başka hiçbir devlet kendi dilini zayıflatmak için bu denli organize hareket etmemiştir. TDK işte bu zihniyetin bir ürünü olarak varlığını devam ettirmektedir.

TDK’nın kurul üyelerini oluşturan isimlere baktığımızda pek çoğu eski Orta Asya Türk lehçeleri üzerine akademik çalışmalar yapmış isimlerden oluşuyor. İçlerinde dil üretimi sahasında yer alan şair ve yazarlara rastlayamıyoruz. Dilin resmini çizen ressamlar adeta dil yapısının mimar ve ustaları yerine konularak onlardan yapıyı sağlamlaştırması bekleniyor. Oysa bir ressam bina işinden ne kadar anlarsa dil uzmanları da dil oluşturmaktan o kadar anlar. Çünkü dil yapmak milletin fertlerinin, şair ve yazarların işidir. Her çağda dilleri yeni baştan ayağa kaldıran, zenginleştirenler de hep şairler ve yazarlar olmuştur. Bugün konuştuğumuz dilimizi büyük ölçüde Yunus’a borçlu olduğumuzu hatırlarsak mesele daha iyi anlaşılır sanıyorum.

Salgın döneminde dilimize pelesenk hale gelen yaklaşık 180 tıbbi kavram bulunuyor. TDK bunlar için karşılıklar bulmaya çalışmış. Lakin geçen haftalarda TDK’nın gerçekleştirdiği kurultayda hiçbir TDK üyesinin kendi buldukları karşılıkları kullanmadıklarını gördük. Korona için “taç virüs” karşılığını üreten TDK’nın üyelerinin kendi önerilerini hiç kullanmamış olmaları kurumun verimini ortaya koyuyor. TDK üyelerinden “bilimsel üretim” diyen de vardı “toplumsal mesafe” diyen de. Sal-sel ekleri adeta havada uçuşuyordu.

TDK üyeleri milletten kopuk, dinden kopuk, gelenekten kopuk, kültürden kopuk olamaz. Yaşayan bir dilimiz var. TDK üyeleri yaşayan dilden uzak birer araştırmacıdan öteye geçemiyorlar. Böylesi tiplerin “kelime üretmesi” Hoca’nın göle maya çalmasına benziyor. Dolayısıyla TDK’nın bu çıkmazdan kurtulmasının tek yolu dilimizin gerçek işçilerinin, ustalarının, mimarlarının burada yer almasıdır. Dilin bizzat sahibi olan şairler ve yazarlara TDK’da yer açılmadıkça tıpkı yaşadığımız salgında olduğu gibi mevcut üyelerin çırpınmaları ortaya prematüre kelimeler çıkarmaktan başka işe yaramayacaktır.