Tarım toprakları ve hazine arazilerinin kullanımı (II)

Abone Ol

Hollanda’da yaşarken nadiren güneş gören ülkede büyük çiftlikleri ve azami verimle kullanılan bölünmemiş tarım arazilerini imrenerek izlemiştim. Her biri 50’şer, 100’er dönümlük arazilerin içindeki az sayıdaki evin kapılarına kadar giden yollar; evlerin önündeki tarım araç ve makinaları bildiğimiz köy manzaralarına hiç de benzemiyordu. Sonuç olarak şehirdeki konfora sahip köylü/üretici toprağını terk etmemiş ve Hollanda AB’nin en büyük tarım üreticisi.

Avrupa’da çiftçilerin problemleri yok mu? Tabii ki var, hem de grevlerle, intiharlarla basına yansıyan ciddi problemleri var. Fakat ürettiği karşılığında emeğini karşılayan bir fiyata satamamak gibi bir problemden çok, ağır ve mesai kavramı olmayan çalışma şartları.

Onlar, aracı firmalar yerine, kendilerinin kurup üyesi oldukları tarım kooperatifleri yapılanması üzerinden ürelerini daha adil şartlar altında piyasaya çıkarabiliyorlar.

Türkiye’nin neredeyse asırlık bir tarım kooperatifleri tecrübe birikimi var. Yani hiç de yeni değiliz.

“Türkiye Kooperatifçilik Stratejisi” belgesinde ülkedeki kooperatiflerin zayıf yanları belirlenmişti. Bunlar hakkında derinlemesine bir çalışmayla, sistemin ve sosyo-ekonomik yapının açıkları üzerinde çalışılabilir ve kooperatiflerin dünyadaki diğer ülke örneklerinde verdiği katkı ve faydadan ülkemizde de yararlanılması sağlanabilir. Asırlık birikimimizin belki de çoğu kimse farkında olmayabilir veya önemsemeyebilir. Artık bu noktada, daha ileri bir birikimi önümüze koyan AB mevzuatından da yararlanarak daha ileri bir model kurmak mümkün.

Ülkemizde, serbest piyasa şartları altında, İstanbul’da 6 liraya yediğimiz ve üreticinin bin bir zahmetle ürettiği mahsulünü, yerinde toptan 50 kuruşa satabildiğini; üreticinin asgari ölçüde kazanamaması dolayısıyla da zamanla kenara çekildiği ve çocuklarının tarımda kalmasını haklı olarak istemediğini görüyoruz.

Bizde, tarım arazilerinin miras paylaşımıyla parçalanmışlığı dolayısıyla Trakya dışında hiçbir yerde 50-100 dönüm araziyi tek parça olarak görmek mümkün olmuyor. Önceki yazımda bahsettiğimi gibi 1870’lerin köy nüfusları yaklaşık 10 katına çıkarken köy sınırları neredeyse sabit kaldı

Sovyetler Birliği döneminde köyler 5000 kişilik nüfusa göre ve birçok köyün sadece tarım ekonomisi ile dışarıya hiçbir şekilde bağımlı olmadan hayatta kalabilecek ve hayatını sürdürebileceği şekilde göre tasarlanmış olduğu görülür.

Kanaatimce bu maliyetli tercihte, 2. Dünya savaşında milyonlarca Sovyet vatandaşının açlıktan ölümünden çıkarılmış ders kendisini gösteriyor. Sovyetler Birliği yıkıldığında, bu planlama zamanında yapılmamış olsaydı, muhtemelen yeniden milyonlarca insan bakımsızlık ve hastalıktan ölecekti.

Ülkemizi gezdiğimizde, Ege’den çıkıp Orta Anadolu’ya geçtiğiniz andan itibaren İran sınırına kadar uçsuz bucaksız topraklarımızın geneli itibariyle bomboş, bakımsız ve kupkuru kaldığını görüyoruz. DSİ’nin su kanal çalışmaları da olmasa, birçok bölge sapsarı çorak topraklardan oluşuyor. Büyük bir kısmı tarıma elverişsiz olan topraklarda tarım yapmaya çalışan çiftçinin işi zor. Aslında bu topraklar, fabrika ve sanayinin kurulması, yeni şehirlerin kurulması için ne kadar da müsaitler.

Anadolu’daki kıraç topraklar, Bursa, Balıkesir, Adana, Bakırçay, Gediz, Denizli, Tavas, Menderes ovaları vb. gibi sulak ve verimli araziler değiller. Bu ovaların ise artık yerleşim ve sanayi için değil, tarım ve çevrecilik anlayışı çerçevesinde korunması gerekiyor. Sanayii yerleşimi içinse tarıma müsait olmayan arazilerimiz kenarda bekliyor. Böylece, belki de iç göçün tersine çevrilmesi ve şehirlerin köylerin boşalarak stratejik hatamız olana büyük şehirlerde yığınlaşmamızın da önüne geçilebilir.

Türkiye’nin artık köy profiline bakarsak yaş ortalamasının 50’lerde olduğunu görürüz. Diğer yandan, ümit gördüklerinde baba ve dedelerinin köylerine dönüp tarım ve hayvancılık yapan şehirli gençlerle de istisnaen karışılabiliyoruz.

Geçmişte kışlığını yaz sonunda hazırlayan kuşak belki de gördüğümüz son ihtiyatlı nesil. Büyük şehirlerde üst üste yığılmış evlerimizde en fazla üç günlük yiyeceğini dolabında bulunduran ve kendi tüketim maddelerinden hiçbirisini evinde üretmeyen bir halkız artık.

Diğer yazılarımdaki, bilgi teknolojilerine, bilişime ve bunların üretilmesinin önemine ayrıca dikkat çekerek; diğer bir yönden her fırsatta yaptığım gibi tarımın da stratejik değerinin olduğunu tekraren vurgulamak istiyorum.

1995 yılında Hazine’ye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun, 2012 yılında Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanunlarıyla yapıldığı gibi tarım arazileri onları ekip dikecek ve verimli şekilde kullanma taahhüdünde bulunacak köylülere satılmalı. Köylerin çevresindeki hazine arazileri köylülere ve çocuklarına satılarak veya uzun süreli kiralamalarla kullanıma açılmalı, bundan şehirde işadamı olan veya daha fazla kazanmak için arazi peşine düşen kimseye haksız bir rant alanı açılmamalıdır.

Bu defa, daha geniş kitlelere bütünleşik tarım arazileri satılırken özellikle, organik tarım ve intensif tarıma yoğunlaşılmalı, bunun yanında yerli tohuma dayalı geleneksel/organik tarıma da ayrıca bir alan açılmalıdır.

Toprağın bu şekilde yoğun olarak değerlendirilmesi içgöçü tersine çevirebilecek birkaç tedbirden birisidir. Tarım teşviklerinin her seferinde daha önce yararlanamamış ve kenarda kalmış çiftçilere ulaştırılması, kredinin nasıl kullanılacağının ve izlenileceğinin detaylı anlatılması ve gerçekten iyi bir rehberlikle birlikte hazineden ödenen bu teşviklerin akıbetlerinin izlenmesi ve son olarak başarılı üreticinin istisnasız her alanda ödüllendirilmesi, önplana çıkarılması ve moral olarak teşvik edilmesi gerekiyor.

Tarım konusuna farklı başlıklar halinde diğer yazılarımızda döneceğiz.