Tanımlama üstünlüğü ve tanımlananlar…

Abone Ol

Tanımlama konusu felsefeden gündelik sahaya kadar insan aklının erdiği her alan için oldukça önemli ve de tafsilatlı bir konuya ve sürekli genişleyerek ilerleyen bir tarihsel arka plana sahiptir…

Konunun derinliği bu satırların sahibini aşacağı gibi, satırların hacmine de asla sığmayacaktır…

“Sınırları çizilemeyen hiçbir şey tanımlanamaz” hakikati de bizim konuya sınır çizme acziyetimize işaret eder sanırım…  

O sebeple ben çok daha sınırları çizilmiş bir zeminden konuya değinmek ve bugün güçlülerin elinde adeta bir yok sayma, asimilasyon ya da dışlama aracına dönüşen “tanımlama”yı gündemimize almak istiyorum…

Bugün özellikle terör ve uluslararası ilişkilerde” tanımlama üstünlüğü”nü elinde bulunduranların kimler olduğu düşünüldüğünde, tanımlamanın nasıl bir tehlikeye işaret ettiği de açık olarak görülebilecektir…

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin beş daimî üyesinin, kendi yıkımlarını örtmek için tanımlamayı nasıl bir maske olarak kullandıklarına, içimiz acıyarak şahit oluyoruz…

Zayıfların nedeyse hiçbir tamınlama hakkının olmadığı, bu sebeple de çok ciddi adaletsizliklere kapı açan bu dünya düzeninden kimlerin memnun olduğu da kapalı bir durum değildir…

Dünyanın pek çok yerinde de yaşanan zulüm ve haksızlıklarla adeta sembolleşen Filistin’de, Yemen’de, Suriye’de ve şimdi de Ukrayna’da tanımlama üstünlüğünün kötüye kullanımının nelere yol açabildiğine yakından şahit olduk/oluyoruz…

Rusya’nın kendi saldırganlığını yine kendi veto hakkıyla nasıl kilitlediği örneği, aslında nasıl bir “saçmalık”la karşı karşıya olduğumuzun çok çarpıcı bir örneği oldu…

Güçlü eğer “adil” değilse kimin suçlu ya da suçsuz olduğu, kimin terörist olup olmadığı konusu asla mazlumdan ve mağdurdan yana işlemeyecektir…

Nitekim bu, açık ispatlarla yanımızdaki coğrafyalarda bile yaşanmaya devam ediyor; PYD örneğinde olduğu gibi…

Genellikle ABD, Rusya ve Çin gibi ülkeler nefeslerinin yettiği her yerde bu tanımlama üstünlükleriyle zulümlerini “meşru” hale getiriyorlar ve uluslararası yargılamalardan da kurtulabiliyorlar…  

İslam coğrafyasının genelde de dünyadaki mazlumların, bu düzenden bir “adalet” beklemesi beyhudedir…

Kendi adalet anlayışını hâkim kılacak güçlü bir İslam coğrafyası, “olmazsa olmaz” bir zorunluluktur…

Müslüman ülkeler, bütün ihtilaflarını -umarım gerçek olur- bir kenara bırakarak birlik olmak ve bunu başarmak zorundadır…

Aksi halde sürekli kendini kayıran Batı tanımlarıyla mağdur olmaya devam edecekler demektir…

Mağdurların gücünün bölündüğü yerde, güçlü zalimin tanımları ile zulümler işlenmeye devam edecektir; hem de hesabı sorulamayan zulümler olarak…

Dünyanın geri kalanı bir “tamınlama hakkı” kazanmak istiyorsa Sayın Erdoğan’ın dediği; “Dünya beşten büyüktür” sözünü ispatlamak zorundadır…

Bunun yolu da birlik olmaktan geçiyor…