Tarih boyunca dinin başat rolü hiç değişmemiştir.
Din ve siyaset, tarih boyunca çok farklı ilişkiler geliştiren iki temel iktidarı temsil eder.
Bazen devlet dine bazen de din devlete tabi olmuştur.
Alexis de Tocqueville’in, “Her dinin yanında ona hısım, ona bitişik siyasal bir görüş bulunur.” sözü bunu en iyi şekilde tanımlamaktadır.
Din, toplumlar üzerinde çok önemli bir etkiye sahip olduğu için iktidarlar tarafından mutlaka baş köşeye oturtulmuştur.
Din, toplumlarını belirli bir hedefe odaklamada âdeta bir duygu harcı görevi ifa ettiği için kitlesel hareketlerin de ana dinamosu konumundadır.
“En fazla sahtesi üretilen, istismar edilen şey en fazla değer gören şeydir.” ilkesi üzerinden bakınca da yine en fazla gadre uğrayan dinler olmuştur.
Sapkın mezhepler, uydurma dinler de yine dinler ve mezhepler tarihinin en fazla can yakan konularına tekabül eder.
Din ve siyaset ilişkisi en kanlı ilişkiler tarihinin de tarihidir.
İktidarı elde edinceye kadar dinin kurduğu asabiyeden yararlanan beşerî irade, rahatladıkça ya da güçlendikçe onu tasfiye etmenin yollarını da aramıştır.
Fakat şu hakikat hiç değişmemiştir; yolu evrensel mesajlı bir dinle birleşmeyen hiçbir devlet, belirli bir ölçeğin ötesine geçememiş, inançsız orduları savaştıramamıştır.
Mezopotamya, taa pagan dönemlerden bugüne kadar din ve mezhep savaşlarının en kanlılarına şahit oldu.
Avrupa, Haçlı seferleriyle kendi dışındakilerle; 100 yıl ve 30 yıl savaşlarıyla da kendi içindekilerle çok kanlı savaşlar yaptı.
Sümerlerin, Fenikelilerin, Ahamenişlerin, Romalıların, Perslerin, Osmanlıların ve daha pek çok büyük imparatorluğun en benzeyen yönü, farklı dinlerin mensubu olmalarının ötesinde, evrensel bir dinin etrafında bir siyaset yürütmeleriydi.
Bugün Orta Doğu’yu yakan ateş hâlâ din karakterlidir ne yazık ki.
İstismar edilen, sömürülen, saptırılan, çarpıtılan şey de yine dindir.
Düzeni hâkim kılmak isteyenlerin din ve mezhep algısıyla, düzeni bozanların din ve mezhep algısı arasındaki mesafe, şiddetin dozunu da belirliyor maalesef.
Müslümanlar sadece farklı dinlerin mensuplarıyla değil, kendi iç mezhepsel farklılıklarıyla da çok fazlaca uğraşmak zorunda kaldılar.
Mezhep ne kadar sapkın ise çatışma da o kadar şiddetli oldu.
“Orta Doğu bir şiddet tarihidir.” sözü bu anlamda çok gerçek bir zemine oturuyor.
Suriye de pek çok farklı dinin ve onların farklı mezheplerinin mensuplarına ev sahipliği yapıyor.
Ne yazık ki bu kültürel zenginlik çatışmaların, kavgaların da en kırılgan yüzüne işaret ediyor.
Suriye’de kurulan yeni iktidarın önündeki en büyük imtihan da işte bu kırılma noktasıdır.
Bugün buna etnik farklılıklar da eklendiğinde, çok daha derin çatlamaların muhtemel koşullarına potansiyel oluşturuluyor.
Ve görüyoruz ki bugün ortaya çıkan özgürlüğü, coşkuyu sabote etmeye çalışanlar da bu faylara saldırıyorlar.
Mezopotamya toplumları -ve onun hemen çeperinde yer alanlar da dâhil- çok şerbetli oldukları konularda bile tuzağa düşme potansiyeli taşıdıklarını defalarca gösterdi.
Eğer böyle bir hakikat olmasaydı, şiddetin tarihi buralarda yazılabilir miydi?
İşte tüm bu sebepler açısından bakıldığında yeni Suriye’de de en nazik konu etnik ve dinî farklılıkların tahrik edilmesi olmaya devam edecektir.
Bu sebeple Türkiye’nin iradeli siyasi desteği, istihbarat gücü oyunların bozulması açısından son derece önemlidir.
Nitekim bu perspektifle birkaç girişim deşifre edilmiş ve boşa düşürülmüştür.
Benzer denemelerin devam edeceğinden hiç kuşku olmamalıdır ve her daim müdrik bir akılla süreç takip edilmelidir.
Paniğe hiç kapılmadan, soğukkanlı ama planlı bir mücadele şarttır.
Düzenli bir ordu ve güvenlik teşkilatı kurulana kadar, istikrarı en çok tehdit edecek olan etnik ve dinî farklılıkların tahriki meselesi hep boşluk kollamaya endeksli olacaktır.
Sancıyan yerden vurulmamak oldukça önemlidir.
Aksi hâlde; bilinmeyeni olmayan, tarihin en fazla tecrübe sağladığı bir hakikatin yeni bir kaos üretmesi en üzücü şey olur…