Osmanlı’nın son döneminde yetişmiş en önemli mütefekkir ve hareket adamlarından birisi olan Şekib Arslan hatıralarında şöyle ifade ediyor: “Trablusgarp’ın çölleri savunulamazsa, Şam’ın bahçeleri de savunulamaz.” Şekib Arslan bu sözleri Trablusgarp cephesinde Libya’da bulunduğu sırada söylüyor. Osmanlı ordusu cephede başarılı olmasına rağmen İstanbul’dan gelen talimat üzerine Libya terk ediliyor. Şekib Arslan bunun üzerine İstanbul’a gelerek Libya savunmasının devam etmesini istiyor, ancak başarılı olamıyor. Nitekim Trablusgarp’ı İtalyanlara bırakan Osmanlı, Şam’ı da Fransızlara bırakıyor. İtalyanlar Libya’yı, Fransızlar Suriye’yi talan ediyor, çok büyük katliam yapıyorlar.
Yaklaşık 100 yıl sonra aynı noktaya geldik. Libya perişan, Suriye perişan. Daha dedelerimizin hatıraları kulaklarımızdayken safderunların, kalbi kararmışların, vicdanı kurumuşların “Suriye’de ne işimiz var?” sorusunu sormasından daha büyük acziyet olabilir mi? Bu kadar mankurtlaşmak nasıl izah edilir?
Bizim Bağdat’ta, Şam’da, Beyrut’ta, Halep’te çok işimiz var. Onların da İstanbul’da, Ankara’da, Konya’da çok işleri var. 100 yıllık derin uykudan uyanmanın getirdiği gafletle söylenmiş sözlere takılmadan yolumuza devam etmeliyiz. Bu yolculuk emperyalistlerin anladığı sömürme yolcuğu değildir. Bu yolculuk 100 yıl önce kardeşini Bağdat’ta kaybeden Erzurumlu Hasan’ın yolculuğudur. Bu yolculuk Şam’da teyzesini kaybeden Saraybosnalı Aliya’nın yolcuğudur. Bu yolculuk Ömer Muhtarların, Şekib Arslanların, Fahreddin Paşaların, Kutü’l Amare’de Halil Paşaların yolculuğudur.
Bu kutlu yolculuk başlamışken acı olan, gaflet uykusunda olanlar ve ipini başkalarının emrine verenlerle savaşmaktır. Gaflet uykusunun, mankurtlaşmanın afyonu ırkçılık belasıdır. Bu mikrop da kuş gribi gibi ithal bir hastalıktır. 1789’da Fransız ihtilalinin dünya milletlerinin başına ördüğü çoraptır, tuzaktır. Bu mikropla insanları birbirine kırdırırken çağdaş medeniyet adı altında emperyalist emellerinin uygulamasına zemin hazırladılar. Maalesef dünya bu zokayı yutmaya devam ediyor.
İğneyi başkalarına batırırken çuvaldızı kendimize batırmalıyız. Yaklaşık 100 yıldır biz de bu gaflete düçar olduk. Yönümüzü, istikametimizi uzak batıya çevirdik. Şam’ı, Bağdat’ı unuttuğumuz gibi Üsküp’ü, Saraybosna’yı da unuttuk. Kafamızı ve kulağımızı Paris’e, Londra’ya, New York’a çevirdik.
Şimdi yeniden toparlanmanın, hatırlamanın vaktidir. Bizim bu şaşkın halimizi güzel bir ilahi çok iyi anlatıyor: “Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın/Geçti kervan kaldık dağlar başında.’’ Haydi, kendine gel artık. Unutma, sözün başında ne diyordu Şekib Arslan: “Trablusgarp’ın çölleri savunulamazsa, Şam’ın bahçeleri de savunulamaz”. Bu yüzden Kahire’de, Şam’da, Bağdat’ta, Halep’te çok işimiz var…