Suriye, şiddet ve Arap Baharı

Abone Ol

Sekiz yıl önce Arap ülkelerindeki insanlar sokaklara döküldü. Gösteriler bir anda şehirden şehre ve ülkeden ülkeye yayıldı. Bu yayılış kuşların göçüne benziyordu. Adeta, baskı ve adaletsizlikten ve birikmiş yolsuzluklardan kaynaklanan doğal bir olaydı.

Genel bir tutum olarak ben entelektüelleri suçluyorum. Tüm krizlerimizin; topluma sunduğu fikirleri veya sunmaktan aciz kaldığı fikirler yahut suskunlukla geçiştirmesi sebebiyle entelektüellerden kaynaklandığını düşünüyorum. (Mesela Suriye örneğinde) barışçıl eylem çerçevesinde kalmanın zarureti konusunda insanlara yeterince ve etkili şekilde öğüt vermede yetersiz kaldık.

İslami siyaset faaliyetlerinde şiddet sorununu tâ 1950’li yıllarda Mısır’dayken fark etmiştim. Suriye’ye döndüğümde atmosferin şiddete hazır hale geldiğini gözlemlemiştim. Bu sebeple İslami faaliyetlerde şiddet yönteminden kaçınmanın önemine dikkat çekmek amacıyla şiddet sorunu hakkındaki düşüncelerimi yazmaya başlamıştım. Ama ne yazık ki yazılarım, seksenlerin başında Suriye’yi kasıp kavuran şiddet dalgasını önlemeye katkı yapmadı. O zamanki şiddet dalgası Mısır’da vuku bulanlardan daha da kötüydü. Buna rağmen Suriye’de kaldım ve daha sonra birkaç kitap daha yazdım. Hepsinde bireyin ve toplumun değişim yasalarını araştırmaya odaklandım. Ancak yeterli düzeyde etkili olamadım. Nitekim bu konuda derin bir anlayış hâlâ mevcut değil. Göstericiler hep ‘barış’, ‘barışçıl’ diyorlardı… Ancak ‘barışçıl’ olmanın ne anlama geldiğini bilmedikleri gibi bunun uygulamaya nasıl aktarılacağını da bilmiyorlardı.

Başta söylediğim gibi kınanması gereken insanlar değildir. Bilakis kınanması gereken entelektüeldir. İnsanlar uyuşmuş vaziyette olduğundan düşünme imkânları yoktur… Şayet uluslararası toplum müdahale edip (Suriye’de) temiz seçimler yapılmasını sağlayabilirse, işte bu enbiyanın yöntemine uygun bir iş olacaktır. Çeyrek yüzyıl içinde toplum demokrasinin anlamını öğrenecektir.

Ancak bu ulaşılması zor bir beklenti olup belki daha ağır bedeller ödedikten sonra gözlerimiz açılacaktır. Tüm taraflar şiddete sığınmama konusunda hemfikir olmadıkça demokrasinin herhangi bir topluma girmeyeceğine işte o vakit inanırız. İktidar (siyasi otorite, sosyal) bir kurumdur… Ve hiçbir meşru kurum kaba güç temelinde inşa edilemez!

Bu meyanda İslam’ın başlıca ilkelerinden birini ilave etmek istiyorum: İslam, kendinden öncekileri siler (yani İslam’a girene beyaz bir sayfa açılır, geçmişi affedilir). Ben demokrasinin de kendinden öncekileri silmesi gerektiğini söylüyorum. Tiranlıktan demokrasiye geçen bir ülkede sanki İslam’a yeni girmiş gibi yeni bir sayfa açılmalı ve insanları daha önce vuku bulanlardan dolayı kovuşturmamalıyız.

Bugün, silah taşıyan ve zor yoluyla haklarını yeniden kazanmak isteyen herkes çıkmaz bir sokakta yürümektedir. Bu insanlar davalarını düşmanlarına bedelsiz satmışlardır. Dahası davayı teslimat vergilerini de kendileri ödeyerek düşmana teslim etmişlerdir. Düşman ise kendi menfaati lehine olanın kazanmasına yardım edecektir.

Benim görüşüm şudur: Biz güç kullanımı yoluyla kazansak bile, birbirimizi öldürmeye devam edeceğiz. Aynen tarihte olduğu gibi… Çünkü iktidara zor yoluyla gelenler hiçbir zaman ortak kabul etmemişlerdir… Fakihler ise sultanlara kul-köle olmuşlar ve onların isteklerini doğrultusunda eserler yazıp fetvalar vermişlerdir.

Doğru İslam’ı kaybedenler selef-i sâlihîndir. Rasulullah’tan (sas) sonra İslam’ın raşid (dürüst, olgun) yönetim tarzı yalnızca 30 yıl devam etmiştir. Ondan sonra ise Herakleios (Doğu Roma İmparatoru) ve “Ben sizin en yüce rabbiniz değil miyim” söylemi üzerine oturan Firavun yönetimine geri dönülmüştür! Fıkıh ve tefsir kitaplarının neredeyse tamamı bu dönüşümden sonraki uzun zaman boyunca yazılmıştır.

Bu hususu anlamadığımız ve selef-i sâlihînin (ilk dönem Müslümanlarının) ‘gelip geçmiş bir ümmet’ olduğunu, onların yapıp ettiklerinin kendilerine, bizim yapıp ettiklerimizin de bize ait olduğunu, bizim sorgumuzun onların yaptıklarından olmayacağını kavramadığımız sürece kendi eylemlerimizin sorumluluğunu asla üstlenemeyiz. Benim bakışım şudur: Allah beni Kur’an’dan sorguya çekecektir, öncekilerin ya da bugünkü insanların söylediklerinden değil. Rabbime döndüğüm (ve huzurunda hesaba çekildiğim) vakit şöyle diyeceğim: “Ben Senin Kitabına iman ettim ey Rabbim!”

Müslüman fakihlerle veto hakkını kabul eden ya da buna sessiz kalan dünya entelektüellerini göz ardı etmede beni cesaretlendiren; Allah’a ve ahiret gününe olan iman (ve güven)imdir. Bu mudur demokrasi?! Dünya nüfusunun %1’ini bile temsil etmeyen Fransa, (alınan bir kararı veto etmek suretiyle) görüşü bile sorulmayan Hindistan da dahil olmak üzere tüm dünyayı devre dışı bırakabilmektedir!

Tarihteki trajediler tekerrür etmektedir. Suriye’de olanlar da istisna değildir. Fransız Devrimi için “yavrularını yiyen kedi” teşbihi yapılır. Demokrasiyi benimsemeleri uzun zaman almıştır. Başka birçok örnek daha vardır. Tarih okuyanlar bunları bilir. Rica ediyorum, aklınızı çalıştırın ve tarihi anlar hale gelin. Bir defasında bana; (Gazali’nin) “İhyâu Ulûmi’d-Dîn” mi yoksa “el-Munqiz mine’d-Dalâl” kitabını mı okumayı tavsiye edersin, diye sormuşlardı.

Ben de şöyle cevap vermiştim: “Wells’in, Kısa Dünya Tarihi adlı kitabını okuyun” diye cevap vermiştim. 100 yıl önce yayınlanmış olması hasebiyle bilgileri nispeten eski olsa da üslup, analiz ve bağlantı kurma tarzı hâlâ canlı ve tazedir. Bu sizi daha çok aydınlatacaktır.”1

Arapçadan tercüme eden: Fethi Güngör