Âlemlerin Yüce Rabbi Allah’a (cc) sonsuz derecede hamd, O’nun sevgili ve seçkin Rasûlü Muhammed Mustafa Efendimiz başta olmak üzere, bütün Peygamberlere salât ve selâm olsun.
Allah’ın son ve mükemmel kitabı Kur’an’ın bize takdim ettiği Peygamberimiz ve O’nun Sünnet’i, şüphesiz ki bizler için çok büyük önem arz eder. Zira Cenab-ı Hakk’ın kendisine vermiş olduğu yetki sayesinde O’nun Sünnet’i dinde hüccettir. Kur’an’dan sonra o gelir. O (sav), Allah’ın dinini son derece büyük bir özveri içerisinde tebliğ etmiş ve insanlığın kurtuluşu için büyük bir gayret göstermiştir. Hayatını ortaya koyarak tebliğini devam ettirirken tehditlere karşı “Bir elime ayı, diğer elime de güneşi verecek olsanız, vallahi bu davamdan asla vazgeçmeyeceğim,” demek suretiyle azim ve gayretini ortaya koymuştur. O, Allah’ın “âlemlere rahmet olarak göndermiş olduğu” (21 Enbiya 107) sevgili ve seçkin Peygamberidir. Salât ve selâm O’nun üzerine olsun.
Durum böyle iken ve “kendisine itaatin Allah’a itaat olduğu” Kur’an-ı Kerim’de def’aten belirtilmişken, O’nun Sünneti’ni hafife almaya çalışan ve gûya ilim erbabı olan insanlara rastlıyoruz. Meallerde edebin dışına taşarak Efendimiz (s.a.v.)’e hakaret derecesine varacak ifadelere rastlıyoruz. Abese Sûresi mealinde Allah Rasûlü (sav) Efendimize hâşâ (kibirli adam) diyecek kadar iz’an ve şuurunu kaybeden bir insandan hayır namına ne beklenebilir ki? Şüphesiz ki bu, büyük bir sapıklıktır. Halbuki Allah’ın Kitabını mü’minlerin elinden alamayacaklarını anlayan Haçlı zihniyeti, Sünnet’e yönelerek ona saldırmaya başlamışlardır. Zira Sünnet’i ortadan kaldıracak olurlarsa, artık Kur’an’la amel etme imkânı kalmayacağını çok iyi biliyorlardı. Bunun için ona nice iftiralar atmaya çalıştılar. Bu saldırılarını gûya ilmî (!) temellere de oturtmaya çabaladılar.
Ne yazık ki farklı şekilleriyle de olsa bu yıkıma katılan, içimizden nice insanlar kazandılar. Onlar vasıtasıyla kitap, dergi, gazete, televizyon, internet vb. yayınlarla, zehirlerini halâ kusmaya devam etmektedirler. Bu gerçeği kavrayamayan gafiller ise, bindikleri bu felâket atını sürmeye devam ediyorlar. “En hayırlı nesil” olan Sahabe-i Kiram’a hakaretler ediyorlar. Tabii ki bu durum, dini ilimlerde cahil olan nice insanımızın yanlış bir yola girmesine sebep olmuş, olmaya da devam etmektedir.
Bütün bunları dikkate alarak onlara cevap veren ve Sünnet’in konumunu ortaya koyan ilim adamlarımızın gayretleri takdire şayandır. Bu çabanın devam etmesi gerekir ki, nesillerimiz sapmasınlar. Özellikle Hadis sahasında otoriter olan hocalarımızın her fırsatta bu önemli konuyu anlatması ve genç nesillerle halkımızı bilgilendirmesi kendilerine bir borçtur. Çünkü bu, imanımızdır.
Bizler “Peygamber Sevgisiyle” büyüdük. Öyle gördük. Atalarımız O’na asla toz kondurmaz ve O’nun sevdasıyla nice hizmetlere koşardı. Bu aşkla diyarlar dolaşıldı, İslâm tebliğ edildi. Bu sevgiyi alın bakalım, geriye ne kalır acaba?
O ki; Allah’ın salât ettiği bir Nebi’dir. Şu Ayet-i Kerime inanmış bir insan için yeter:
“Şüphesiz ki Allah ve melekleri peygambere çok salât (ve tekrîm) ederler. Ey îman edenler, siz de ona salât edin, tam bir teslîmiyetle selâm edin!” (33 Ahzab 56)
Sünnetin dindeki konumu
Bilindiği üzere Sünnet, İslâm dîninin ilk kaynağı olan Kur’an-ı Kerîm’den sonra gelmektedir. O’na bu hakkı bizzat Allah Teâlâ vermiştir. Bunu da mübarek kitabı ve dînin asıl kaynağı olan Kur’an-ı Kerîm’de zikretmiştir. O halde sünneti bize Kur’an’ın kendisi takdim etmektedir. Bunun içindir ki Sünnet, Kur’an’dan sonra İslâm Hukukunun kaynağıdır. Dolayısıyla Sünnet aslî kaynaklarımızdandır. İşte bunu te’yid eden bazı âyet-i kerîmeler:
“Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçigöndermedik!” (4 Nisa 80.)
Hele bir de O’nun sözlerine dair buyruk varsa;
“O, arzusuna göre de konuşmaz. O’(nun bildirdikleri) kendisine vahyedilenden başkası değildir.” (51 Necm 3-4.)
Burada vahyin Metlûv ve Ğayr-i Metlûv şeklinde ikiye ayrıldığını unutmamalıyız.
Peygamberler masumdurlar. Yani günahsız, seçilmiş insanlardır. Bunun içindir ki onların sıfatları içerisindeki ismet sıfatı bunu ifade eder.
Yüce Rabbimiz de Peygamberleri hakkında şöyle buyurmuştur:
“Biz her Peygamberi Allah’ın izniyle ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.” (4 Nisa 64.)
Durum böyle olunca, Peygamber Efendimiz’in (sav), sözleri tabii ki bağlayıcı olacak ve O’nun uygulamaları İslâm’ın bizzat kendisi olacaktır. O’ndan bunu soyutlamaya kalkışanlar acaba ne ile amel edeceklerdir?
Allah Teâlâ Kur’an hükümlerini açıklama yetkisini Rasûlü’ne vermiştir. Çünkü Kur’an’da tam bir şekilde yerine getirilmesi, kişilerin mükellef tutulabilmesi için açıklama gereken kısa hükümler mevcuttur. Meselâ Namazın nasıl kılınacağı ve kaç rekât olduğu, Hacc’ın uygulama şekli gibi. Zira bunlar Kur’an’da açıkça tarif edilmemiş, Cebrail (a.s.)’ın bizzat Peygamber Efendimiz’e (sav) göstermesi suretiyle uygulamaya konulmuştur. Bu sebeple Rasûlullah (sav), açıklama yetkisi olan hükümleri îzah etmiştir. Âyette de şöyle buyrulmuştur:
“İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve düşünüp anlamaları için sana da bu Kur’an’ı indirdik.” (16 Nahl 44.)
Bütün bu hükümler ve benzerleri Sünnet’in delilliğini, uyulmasının lüzum ve vücûbunu, Kur’an’ı tamamlayıcı ve hukukun kaynağı oluşunu gösterir.
Delil olma açısından sünnetin derecesi
Sünnet’in hukuka kaynak oluşunda şüphe yoktur. Fakat burada onu Kur’an’ın derecesinden sonra sıraladık. Yani Kur’an’dan delil getirmek, Sünnetle hüccet getirmekten öncedir. Müctehid evvelâ Kitap’ta hüküm arar, bulursa onu alır, onunla hükmeder. Onda bulmazsa mesele hakkında hüküm bulmak için Sünnet’e müracaat eder. Bu hususa Hz. Nebî’nin (sav) Hz. Muaz ile olan şu diyaloğu delâlet eder.
Rasûlullah (sav), Hz. Muaz’ı Yemen’e uğurlarken ona şöyle sordu:
-“Sana bir mesele geldiğinde ne ile hükmedeceksin? Hz. Muaz:
– Allah’ın Kitabı ile dedi. Sonra konuşma şöyle devam etti:
– Ya Allah’ın Kitabı’nda bulamazsan?
– Rasûlü’nün Sünneti ile.
– Rasûl’ün Sünneti’nde de bulamazsan?
– O zaman kendi görüşümle içtihat eder, elimden gelen gayreti sarf ederim.
Bu cevap üzerine Rasul-i Ekrem (sav) şöyle buyurdu:
-Rasûlü’nün elçisini, O’nun hoşnut olacağı anlayışa erdiren Allah’a hamdolsun!” (Ebu Davud, akdiye 11; Tirmizî, ahkâm 3.) İbn Mes’ud ve İbn Abbas’ın da kendilerine bir şey sorulduğunda önce Allah’ın Kitabı’na, sonra Sünnet’e müracaat ettikleri bildirilmektedir. (Bkz. eş-Şâtıbî, el-Muvâfakât, 4/393; Dereli, Muhammet Vehbi, Problematik Açıdan Kur’an-Sünnet İlişkisi, Fecr Yay., Ank., 2010, s. 25., s. 57.)
Ayrıca Ömer b. Hattâb’ın Kadı Şureyh’e yazdığı belirtilen şu mektup da önemli bir delildir:
“Sana bir şey arz olunduğunda Allah’ın Kitabı’nda olanla hükmet. Allah’ın Kitabı’nda hükmü bulunmayan bir iş sorulursa Rasûlullah’ın sünnetindeki hükümlerle hallet.” İşte bu hususta bu kâidenin aksine bir şey bilinmemektedir. (Zeydan, Abdulkerim, el-Medhal li Dirâseti’ş-Şerîati’l-İslâmiyye, Kahire, 2001, s. 120.)
Diyanet İşleri Başkanlığımızın (DİB) sünnet konusunda çok titiz bir çalışma sürdürmesi gerekmektedir. Küçük risaleler basılmalı ve gençliğimize bedava dağıtılmalıdır. Çünkü bunun büyük bir felâket olduğu asla unutulmamalıdır…
Peygamberimize itaatin derecesi nedir?
Daha önce de geçtiği gibi Rabbimiz, Kitabında şöyle buyurur:
“Kim Rasûl’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (4 Nisa 80.) Bu âyet, Rasûlullah’ın (s.a.v.) dinî emir ve yasaklarda ve Allah’tan (cc) alıp tebliğ ettiği her konuda masum olduğunu gösteren en kuvvetli delillerdendir. Çünkü bunlardan herhangi birinde O’nun hatası söz konusu olsaydı O’na itaat, Allah’a itaat demek olmazdı. Kendisine itaat ve ittibânın emredildiği bir zatın tüm fiilleri ve sözleri –ilâhî bir müdahale olmadığı sürece- kesinlikle doğrudur, idealdir. (Bkz. er-Râzî, Fahruddin, Mefatîhu’l-Gayb, Beyrut, 1997, 10/149, Nisa sûresi 80. âyetin tefsiri; Dereli, a.g.e., s. 25.)
Bir başka önemli delil ise:
“De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (3 Âl-i İmran 31)
Ölçü… Allah’ı sevmek isteyen, Rasûlü’ne tâbî olacak. Yine Rabbine itaat etmek isteyen, O’na itaat edecek. Âyet-i kerîmelerde pek çok kez yüce Allah’ın adıyla Habîbi’nin adı bir arada zikrolunur:
“Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ediniz ki, size merhamet edilsin.” (3 Âl-i İmran 132.)
“Eğer Allah ve Rasûlü’ne itaat ederseniz Allah, amellerinizden hiçbir şey eksiltmez.” (49 Hucurat 14.
“İşte bu (hükümler) Allah’ın koyduğu sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, ebedî kalacakları cennetlere sokar. İşte bu, büyük başarıdır.” (4 Nisa 13)
Bütün bu hükümler acaba neyi kastetmektedir? Çok iyi biliyoruz ki, Kâinatın Efendisi’nin getirdiği bütün hüküm ve nehiyleri değil mi? Tabii ki bunlar içinde O’nun mübarek Sünneti de var. Çünkü o sünnettir ki Kur’an’ın hayata uygulanmasını sağlar. O Rasûlullah ki, ne güzel bir örnektir bizim için:
“Andolsun ki, Rasûlullah sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (33 Ahzab 21.)
Bu örnek Efendiler Efendisinin sadece şahsı değil, bilâkis O’nun Sünneti’dir. Zaten şahsı ile Sünneti bir uyum içindedir.
Kur’an’da geçen “Hikmet” sözcüğünden de öncelikle Sünnet anlaşılır:
“Allah sana Kitab’ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir.” (4 Nisa 113.)
“Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik.” (2 Bakara 151.)
Kitap ve Hikmet’in beraber zikredildiği âyetlerde Rasûlullah’ın (s.a.v.) vasıflarından bazıları ifade edilmiştir. Bunlar:
1-O, kendisi gibi ümmî olan insanlar arasından seçilmiş bir peygamberdir.
2-Muhataplarına Allah’ın âyetlerini aktarıp okuyan bir kişidir.
3-Kendisine tâbî olan insanları inkâr ve günah bataklıklarından temizlemiştir.
4–Getirdiği Kitab’ı aynı zamanda yaşamış/ insanlara öğretmiş, anlatmıştır.
5-Kitap’tan başka bir de hikmeti öğretmiştir.
6-Allah’ın verdiği bilgilerle, insanlara bilmediklerini açıklamıştır.
7-Bu özellikleri taşıyan bir Peygamber, her yönüyle insanlığa Allah’ın sunduğu bir lütuftur, armağandır. (Dereli, a.g.e., s. 47-48.)
Anlaşmazlığa düşünce ne yapmalıyız?
Pek tabiidir ki insanlar aynı inancı paylaşsalar da, hep aynı düşünce içerisinde olamazlar. Bazı zamanlarda görüş ayrılıklarının çıkması ve anlaşmazlığa düşmek mümkündür. İşte yüce Mevlâ’mız böyle bir durumda mü’minlerin yapacağı şeyi haber verirler:
“Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe inandığınız takdirde onu, Allah’a ve Peygambere arz edin. Bu, sonuç olarak daha hayırlı ve daha güzeldir.” (4 Nisa 59.)
Âyet-i kerîmede geçen “Allah’a arz edin” emriyle Kur’an’a başvurmak anlaşılır. “Rasûlü’ne arz edin” emriyle de O’nun Sünneti anlaşılmaz mı? Tefsir alimleri ve ehl-i sünnet uleması bu şekilde anlamışlardır. Yukarıda geçen Hz. Muaz hadisi de bunu teyid eder. (Ebu Davud, akdiye 11; Tirmizî, ahkâm 3.)
Rasûlullah’ın hükmü, Allah’ın hükmü gibidir
Bütün bunlardan ortak bir nokta çıkıyor; Hz. Peygamber’in (sav) hükmü Allah’ın (cc) hükmüdür. Herhangi bir mü’min hakkında Efendimiz bir karar vermişse ya da bir konuda O bir hüküm vermişse, mü’min kişi uymak mecburiyetindedir:
“Allah ve Rasûlü bir şeye hükmettikleri zaman mü’min erkek ve mü’min kadının kendi işlerinde artık başka bir şeyi seçmeye hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33 Ahzab 36.)
Acaba burada sözü edilen Rasûl-i Ekrem’in hükümleri, Sünneti değil midir? Tabii ki evet. O halde Sünnetine karşı gelenin âkıbeti de sonunda belirtiliyor. Buna benzer bir âyet-i kerîmede ise şöyle buyrulur:
“Her kim kendisi için hak yol apaçık belli olduktan sonra, peygambere muhalefet eder ve mü’minlerin yolundan başka bir yola tâbî olursa; onu girdiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir yerdir.” (4 Nisa 115.)
Diğer ayetlerde ise şöyle buyrulur:
“Allah’a ve Rasûlüne karşı gelen kimseye, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşinin olduğunu bilmediler mi? İşte bu, büyük bir rezilliktir.” (9 Tevbe 63.)
“Kim de Allah’a ve Peygamberine isyan eder ve O’nun koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu ebedî kalacağı cehennem ateşine sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (4 Nisa 14.)
“Her kim de Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse bilsin ki, Allah’ın cezası şiddetlidir.” (8 Enfâl 13.)
İşte; “Ben Kur’an’a uyarım, O bana yeter, peygamber de insan, ben de insanım, Kur’an’ı ben de anlarım” diyebilen insanın âkıbeti. Daha fazla söze ne hacet var?
Bir yolculuğa çıkan insanın bile yanına bir rehber alması, ya da en azından haritayla birlikte gerekli bilgileri edinmesi gerekirken, acaba bir kimsenin Sünneti rehber edinmeden Kur’an’ı anlaması mümkün olabilir mi? O, bu kısır aklıyla neyi anlayabilir ki! Kendisini destekleyecek nesi var acaba? Tertemiz ve pırıl pırıl bir hal içerisinde mi? Bir peygamberle nasıl boy ölçüşebilir ki? Zaten bu netice tamamen küfürle sonuçlanır. Ne yazık ki böylesine akımlar kâfirleri sevindirmekten başka bir şeye de yaramıyor.
Hâlbuki Cibril Hadisi gibi önemli hadisler, bizzat hadislerin de vahiy kaynaklı olduğunu açıkça göstermektedir. Cebrail aleyhi’s-selâmın Sevgili Peygamberimize sorular sorup tasdik etmesi ve Peygamber Efendimizin, “O Cebrâil’di, size dininizi öğretmeye geldi,” demesi, bu gerçeği teyid etmektedir. (Müslim, Îmân 1, 5.)
Veda Hutbesinde bizzat zikredilen Hadis ise çok büyük önem arz eder;
“-Size iki şey bırakıyorum: Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız. Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünneti.” (Muvatta, kader 3.)
İşte Kur’an, işte Sünnet… Allah’ın değişmemiş ve değişmeyecek olan İlâhi kitabı ve O’nun gerçek temsilcisi ve tefsiri olan Sünnet… Birini bırakıp diğerine yapışmak mümkün değil ki!
İşte bu gerçekler şu Hadis-i Şerifi hatırlatmaktadır: “Dikkatinizi çekerim! Bana Kur’ân’la birlikte onun benzeri (yani sünnet) de verildi…” (Dârimî, es-Sünen, mukaddime 49; Ahmed, IV, 130 – 131; Ebû Dâvûd, Sünnet 6.)
Bu hafife alma ve tehdit şu meşhur “Erike” hadisinde daha da belirgin olmaktadır:
“Haberiniz olsun ki; Bana kitap ve beraberinde O’nun benzeri (sünnet) verilmiştir. Dikkat edin! Kişinin rahatça koltuğuna oturup; “Size şu Kur’an gereklidir, O’nda helâl olarak neyi bulmuşsanız, onu helâl sayın ve neyi de haram olarak bulmuşsanız, onu da haram kabul edin” diyeceği zaman yakındır.” (Ebû Davud, sünnet 5.)
Tirmizî’de ise şöyledir:
“Haberiniz olsun, rahat koltuğunda otururken kendisine benim bir hadisim ulaştığı zaman kişinin:
“Bizimle aranızda Allah’ın kitabı vardır. Onda nelere helâl denmişse, onları helâl biliriz. Nelere de haram denmişse, onları haram sayarız,” diyeceği zaman yakındır. Bilin ki; Allah’ın Rasûlü’nün haram kıldıkları da, tıpkı Allah’ın haram ettikleri gibidir.” (Tirmizî, ilim 10.)
İşte makam, mevki ve dünya serveti uğruna dinini satanların durumu. Rahat koltuk bunu ifade eder.
Bu gerçekler nesillerimize iyi anlatılmalı, bâtıl ve sapkınlıklardan korumaya çalışılmalıdır. Böylesi insanların eserleri ve sözlerinden uzak tutulmalıdır. İlmiyle amil ilim adamlarımız da gereken cevabı vermelidir. Zira bir Meâl’cilik akımının nelere mal olduğu açıkça görülmüştür.
Bilhassa Diyanet İşleri Başkanlığımızın bu konuda çok titiz bir çalışma sürdürmesi gerekmektedir. Küçük risaleler basılmalı ve gençliğimize bedava dağıtılmalıdır. Çünkü bunun büyük bir felâket olduğu asla unutulmamalıdır.
Rabbimiz bizleri bu hakikatleri kavrayan ve sırat-ı müstakîm üzere sabit olan kullarından eylesin!