Ünlü Son Samuray filmini izleyenleriniz filmin efsanevi finalini bilirler. Japonya’nın son samurayı, geleneklerinden kopan ülkesinin modernizasyonuna karşı çıktığı için, kendi milletinden modern silahlı askerlere karşı savaş meydanında verdiği onurlu mücadelesinden sonra hayatını kaybeder. Onun son anlarına Amerikalı yüzbaşı Algren şahit olmuştur. Japon İmparatoru huzuruna çağırdığı Algren’e sorar: “Bana onun nasıl öldüğünü anlatın.” Yüzbaşı da şöyle cevap verir: “Ben size onun nasıl öldüğünü değil, nasıl yaşadığını anlatacağım.”
Yaşamını Türkiye’de sürdüren, Türk dostu ünlü Fransız piyanist Stéphane Blet’nin vefatından sonra bütün medya ve sevenleri onun nasıl, hangi koşullarda hayatını kaybettiği sorusuna kilitlendi. Bu sorgulama yapılırken Stéphane’ın “nasıl yaşadığı” ile pek ilgilenilmedi. Aslında Stéphane’ı Stéphane yapan, yaşarken de vefat ettiğinde de çok az insanın ilgilendiği hayatı ve mücadelesiydi.
Sosyal medyada Stéphane ile dostluğumu, ünlü sanatçının son nefesine kadar verdiği onurlu mücadelesini uzun uzun anlattım. Bir takipçim onun yaşarken Türkler tarafından bu kadar az tanınması / tanıtılmasından hayıflanarak çok hoşuma giden bir yorumda bulundu: “Bizler gül bahçesinde doğan ama güllere basan insanlarız”.
Stéphane, bizim şanlı tarihimiz ve zengin kültürümüzün oluşturduğu gül bahçesinin içinde sessiz sedasız tomurcuklanıp açmış bir güldü. İcra ettiği olağanüstü sanatıyla, Türkiye, Filistin ve mazlumlar adına verdiği mücadelesiyle, ne pahasına olursa olsun ödün vermediği kişiliğiyle, yalana, haksızlığa, adaletsizliğe karşı dik duruşuyla, o gerçek bir “sanatçıydı”. Biz bu gülü yaşarken sulayıp büyütemedik. Belki de duyarsızlığımızla hepimiz üzerine basıp geçtik.
Vefatından sonra dünyanın her bir köşesinden, her millet ve görüşten insandan sayısız mesaj aldım. Hepsi bana Stéphane’ın ne kadar özel, kibar, sevecen, yardımsever, kültürlü ve yetenekli biri olduğundan, bu ani yok oluşunun yüreklerinde derin bir yara açtığından bahsediyorlardı. Stéphane sadece piyano tuşlarına değil insanların hayatlarına da dokunup sanatını icra etmişti. Belki de zaten en güzel sanat insan gönlüne dokunmaktı.
Bugün herhangi bir gence kimi rol model olarak aldığını sorduğunuzda, çoğu, milyonlarca takipçisi olan, herkesin hayal bile kuramayacağı hayatlar yaşayan insanları örnek verir. Tabii ki Stéphane gibi kariyerinin zirvesinde birçok fırsat ve teklifi inaç ve davası uğruna elinin tersiyle itmiş, bunun için büyük bedeller ödeyip bu yolda dışlanmış, toplumdan tecrit edilmiş, hayatını bile kaybetmiş bir insanın hikayesi günümüzde pek az genci cezbeder. Bunda eğlence ve tüketime odaklı yaşam tarzı, insanları aptallaştırıp manipüle eden medya ve bilinçsiz toplumlar büyük rol oynar.
Stéphane bana vefatından önce Müslüman olup Sinan ismini aldığını söylememişti. İnancını da içinde yaşayan biriydi. O da bütün faniler gibi bu dünyadan göçtü, gitti. Onun adını yaşatmak da bana, bizlere düşüyor. O bir Osmanlı ve İstanbul hayranıydı. İstanbul’u dünyaca ünlü bir sanat merkezi haline getirmek istiyordu. Adının bir caddede, bir sanat merkezinde, kültürel bir mekanda yaşatılması için elimden geleni yapacağım.
Onun nasıl öldüğünü değil, nasıl bütün baskılara rağmen “dik durarak ve kendi kalarak” yaşadığını anlatacağım.
Gittiğin yerde huzur bul, görüşmek üzere, dostum Sinan...