Bu soruya onlarca farklı cevap bulunabilir. Herkes soru ve cevap olarak kendi siyasi birikimine ve arka planına dayanarak ezberden ya da uzun muhakemeler sonucunda üretilmiş önerilerini art arda sıralayabilir. Kimimiz ekonomik gerekçelere kimimiz dini, kimimiz milli kültür ve geleneğe bağımızın zayıflığına kimimiz ise bir hukuk devleti olamayışımıza bunu bağlayabiliriz. Aslında bu sebeplerden her biri, sosyal çözülmeyi açıklamada belirli bir paya sahiptir ve birçoğu birbiriyle ilişkili zincirleme gerekçelerdir.
Eleştirileri sıralamak aslında oldukça kolay: Aile dağıldı, büyük-küçük kalmadı; saygı ve sevgi kalktı; insan ilişkileri menfaat üzerine kurulmaya başladı; saygı paraya, sevgi menfaate, idealler ruhsuz bir realizme dönüştü. Bunlar doğru. Bildiğimiz her şey hızla değişiyor. Bu eleştirilere yenilerini de ekleyerek uzatabiliriz. Aşk bile hem lafzıyla hem şu haliyle, ayaklara düşmüş bir cinsellikle pespayeliğe boğuldu.
Sosyal yapıyı çökerten savaş, ihtilal, askeri darbe ve tabii felaketler sonrasında toplum, elindeki referanslarına göre sosyal yapıları yeniden onarabilir. Ancak bunun için elinizde/ elde temel değerler ve ilkeler olmalıdır.
Toplumların inançlarının veya onun doğrudan etkilediği milli kültür ve geleneksel yapıların ortaya çıkardığı dayanışmacı sosyal yapı, anlayışların hızla değişmesiyle dağılıp çözülebiliyor. Bu süreçlerin, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da ve 1980 sonrasında Türkiye’de yüzyıllık bir dönüşümün sonuçları olarak ve çok hızlı bir şekilde bütün bildiklerimizi değiştirmeye başladığını veya bizi buna her türlü görsel-işitsel algı araçlarıyla zorladığını görüyoruz.
Hiç şüphe yok ki zaman, yeni teknolojiler yeni meslekler ve çalışma ortamları ortaya çıkardıkça, ekonomik ortam ve sosyal ortam da buna bağlı olarak hızla değişir. Bu değişim de, insanlık tarihi boyunca kaçınılmaz bir dönüşüme yol açagelmiştir. Ne var ki insanların sosyal, psikolojik ve açlıkla, susuzluk ve diğer fizyolojik ihtiyaçları ne zamana ne de coğrafya ya bağlı olarak değişir. Aksine hep aynı kalır.
Mesela insanın yaşadığı toplumda kabullenilmesi, kendini değerli hissetmesi, sevmesi/sevilmesi, ilgi görmesi ve göstermesi, üretmesi, topluma katkı sağlaması, diğer insanlara yardımcı olması, iyilik ve hayır işlerinde bulunması, ontolojik yani yaratılıştan gelen sosyo-psikolojik ihtiyaçlarındandır. Toplum içinde ama topluma saygı göstererek yaşamak bu ihtiyaçların bir kısmını kendiliğinden karşılar. Kastımız toplumun töresinden gelen ve bir kısmı manasını yüzyıl önce yitirmiş kalıp ve ilişkiler değil. Şöyle ki; geleneğin insani tarafında, bugünün insanının yitirdiğini ancak yeni yeni anlayabildiği güzel taraflar kodlanmıştı. Birbirini sahiplenen, yalnız bırakmayan, dayanışmacı ve diğerkâm bir anlayış, sahte olmayan bir saygı yaşıyordu.
Halkın devletleşmesinde daha önceki yazılarda ifade ettiğimiz gibi iş bölümü, adalet ve güvenlik doğrudan devletle ilgili iken sosyal farklılaşma ve iş bölümü veya toplumun kendi içerisinde örgütlenerek oluşturması gereken ihtiyaçlardır.
Kişiler neden bir toplum halinde yaşadıkları ve bu birlikteliğin gerekliliğini anlamadıkça ortada bir “toplum” değil, “yığın” vardır. Komşuluk hukuku, çevrenin kirletilmemesi, ses, ışık ve gürültü kirliliği ile huzuru bozmama, insanların birbirine karşı asgari bir nezaketi koruyabilmeleri, sokağındaki veya sitesindeki problemlerden haberdar olması, çözüm odaklı ve katkıya açık yaşaması, toplum halinde yaşayabilmenin minimum zemini için gereklidir.
Fransa, Finlandiya ve Macaristan’ın işgallerinde yıkılan devletin yerine, toplumun nasıl da bir anda örgütlenerek eğitimden kolluğa kadar umulmadık konularda idarenin yerine geçerek örgütlenebildiğinin yaşanmış hikâyeleri vardır. Türkiye’nin gecen yüzyıl başında işgalinde de böylesi bir spontan/gönüllü görev yüklenmenin sayısız örnekleri görülür. Fakat işgal gören bir ülkede hiyerarşik yapı tamamen bozulmuş ve herkes atomize olmuş zavallı bireyciklere dönüşmüşse; temel değer bencillik ve parametreler çıkar ilişkileri üzerine kuruluysa orada yeniden yapılanma fırsatı asla doğmaz. Yakın tarihte işgal görmüş diğer ülkelere bakarak bunu daha rahat anlayabilirsiniz.
Bütün bu olup bitenlerden herkes nasibini alırken çoğunluk doğrudan doğruya maruz kaldıklarını ya diğer insanlara, ya sisteme, ya da bulduğu diğer bir bahaneye yıkarak üzerinde kafa yormaya bile gerek görmez. Çünkü çözüm aramak zor iştir. Ama bunu asıl yapması gerekenler yapmadığında, onların yerine halk el yordamıyla çözümler bulmaya çalışır. Halk irfanı kendi çözümünü üretecek birikime sahip olduğu zamanlarda sürpriz çıkışlarla sosyal problemleri çözebiliyordu. Değer ve kaynaklarından uzaklaştıkça ve profan çıkar ilişkileri yumağına sarmalandıkça bu irfanın gözleri eski keskinliğini yitirdi.
Sosyal yapı çözülürken geçmişin sağlıklı ailelerindeki sevgi-saygı, görev ve yardımlaşma, sevgi ve muhabbetle karışık o tatlı ve güvenilir hiyerarşi, aile içinde bile herkesin mutlak ve mantıksız denkleştirici eşitlik üzerine kurulu yeni yapısıyla hızla yer değiştirmeye başladı. Kadınların uğradıkları haksızlıkları gidermek için başka çözüm bulunamayınca evliliklerin henüz kurulurken mal taksimi sözleşmeleriyle bir pazarlığı dönüştürüldüğü bir noktaya doğru sürüklendik. Boşanma oranları ise bazı şehirlerde evliliklerle baş başa gitmeye bazılarında ise evliliklerin önüne geçmeye başladı.
Böylece toplumun; ailedeki, sokaktaki, mahalledeki, arkadaşlar arasındaki koruyup gözeten “yumuşak hiyerarşi”si de hızla çöküverdi.
(Devam edeceğiz…)