Sosyal medya ve hakikat krizi: Aptallaşarak özgür olmak

Abone Ol

İnsanlık, sosyal/sanal medyanın kurguladığı bir girdapta maruz kaldığı vurgunla sersem bir şekilde yaşıyor. Sosyal medyayı hayatının ayrılmaz bir parçası hâline getirenler, medya terimine dair zihni bir kurcalama yaşamışlar mı acaba? “Medya” diye adlandırılan mecra, “Radyo, televizyon, gazete, dergi vb. iletişim ve yayın organlarının tamamına verilen ad.” olarak tanımlanmasına rağmen; belli gruplar, ideolojiler, çıkar çevreleri, dezenformasyon ve algı uzmanları medyayı insanlığın canına okuyan bir mecraya dönüştürmüştür. İnsanlar için doğru bilgi üretmesi gereken medya, bilgiye erişimi kolaylaştırması gerekirken; gereğinden fazla malumat ve yorumla doğruları öğrenmeyi engelleyen kirli bir bilgi kazanına dönüştü. Tarifte sözü edilen medya araçları, belli gruplar aracılığıyla belli siyasî, kültürel cemaatin sesine ve sözüne dönüşerek ilgilendikleri meselelerin tamamını, ait oldukları kampın argümanlarıyla aktarmayı tercih ediyorlar. Bu söyleme ve yazma biçimi, insanların etkileşimini olumsuz etkileyerek kötücül ve karamsar bir kakofoni zemininin oluşmasına sebep oluyor. Yazılı ve görsel medya Filistin, Gazze ve siyonist soykırımı ile ilgili bir haberi iki farklı şekilde verebiliyor. Haberi yazarken 40 binden fazla insanı katleden soykırımcı Netanyahu lehine tek bir cümle kurmuyor; 7 Ekim baskınında rehine alınan bir çocuğun çerçeveli fotoğrafının Trump’a takdimini haberde kullanıyor veya sosyal medyada servis ediyor. Bir başka medya grubu da yoğun bombardıman sonucu enkaza dönen mahallede hedef gözetilerek katledilen çocukların fotoğrafını kullanıyor ve altına “İsrail askerleri güvenlik gerekçesiyle beş çocuğu öldürdü.” diye yazıyor. Bu iki bakış açısının birbirinden bir farkı var mıdır? 

Bilinen, takip edilen, verileri alıntılanan medyanın yukarıdaki tavrı, dijital ve sanal medyada daha farklı bir kurgu ile karşımıza çıkarılarak "hakikat krizi" oluşturuluyor. Kullanılan kelime, görsel, üslup ve söylemle insanların birbirini anlamadığı hakikatten kopuk bir ortam hazırlanıyor. Dolaşıma giren her yalan, birkaç dakika içinde birilerinin “hakikati”ne dönüşürken; diğerlerinin “hakikat olarak servis edilene dair şüpheli bir tutum almalarına” mâni olacak bir algı oluşturuyor.

Sosyal/sanal medya, nefreti yaşama biçimi olarak benimseyen, ötekiye düşman ve zihni bir bunalıma maruz kaldığının farkında olmayan bireylerin maruz kaldıkları telkinleri, sayıkladıkları, nefret ve kinle kışkırttıkları duygularını gerçek bir düşünceymiş gibi paylaştıkları bir dünya. Sanal terimini ehlileştirmek üzere sosyal ifadesiyle birleştirseler bile kamus/sözlük sanal kelimesini “Gerçekte var olmayan, var olduğu sanılan, farz edilen, mevhum” şeklinde tarif eder. Tanımlamada kullanılan mevhum üzerinde ayrıca durmak gerek. Gerçekten karşı karşıya kaldığımız ve gereğinden fazla anlam yüklediğimiz sanal dünyayı belki de en iyi anlatan terim mevhum [(vehm ‘tahayyül etmek, zannetmek’ten mevhūm) Gerçekte olmadığı hâlde var gibi düşünülen, kuruntuya dayanan, vehmedilen (şey)].

Kelimenin anlamlandırdığı hakikat üzerinden meseleyi anlamaya çalıştığımızda gün içinde ne kadar anlamsız ve gereksiz bir veri akışına, daha doğru bir söyleyişle derinliği olmayan malumatfuruşlukla meşgul olduğumuz hakikatiyle yüzleşmiş oluruz. Çoğu zaman yüzeysel verilerle algı yaratmaya yönelik ve meselelerimizi derinlemesine düşünmeyi engelleyen sanal dünya, kısa mesajlar ve bağlamından koparılmış görseller aracılığıyla çoğunluğun gürültüsüyle bizi karmaşık ve yanıltıcı bir yanılgının içine sürüklemektedir.

İnsanların ekserisi, uyanık geçirdikleri zamanın neredeyse üçte birini gönüllü olarak ‘sanal dünya’da yaşamaktadır. Bu durumun tetiklediği ruhi ve zihni bağımlılık insanlığı hakikat yerine bir vehimler dünyasına kapatıyor. Bu karanlığa kapanış, insanlığı anlatılardan ve anlatıların taşıdığı insanlık mirasından koparıyor. Modern dünyada anlatıların yok oluşu, insan topluluklarını insanî ve birlikte yaşama ideallerinden de koparıyor. Tarih, medeniyet ve kültürel birikimi taşıyan hatıralar ve anlatılar, toplulukları oluşturur ve birbirine bağlanmalarını temin eder. Tamamının aktarılma vasıtası olan anlatılar, maalesef modern ideolojilere körü körüne teslim olmuş, öğretilmiş epistemolojiye tabi nesil tarafından yok kabul ediliyor. Tevarüs edileni dikkate almadan “an”a odaklanan ve “an”ı kurtarma derdine düşenler, temelsiz zeminde gökdelen inşa etmeye çalışanların çabalarını hatırlatmaktadır.

Bilim çağı diye tavsif edilen ve toplumu hakikat kriziyle karşı karşıya bırakarak yaşamaya zorlayan muhayyel dünyanın çocukları, siyasetçileri, kültür çevreleri ile cemaat/ideolojik klik mensupları, Hasan Sabbah kalesinin kampa dönüştürülmüş modern mahallesinde yaşadıklarının farkına ne zaman varacaklar? Bağımlılığın yasaklı madde ve alkolle sınırlı olmadığını birilerinin anlaması gerekmiyor mu artık?