Sosyal cesetleşme sorunu ve iç tanışıklık

Abone Ol

Modern yaşam mimarlarının ferdî hafakanlara bulduğu reçetelerden biri: Sosyalleşmek. Ne kadar bayağı, ne kadar yüzeysel… Ciğerlerdeki kanamayı durdurmak için göğüs hizasına yara bandı yapıştırmak kadar abes…

Tabii bu sosyalleşme iksirinin bileşenleri de, insan fıtratına entegre edilecek modernize edilmiş normlar bünyesinde hacim bulmak zorunda. Yani sosyalleşeceğiz ve sosyalleşirken birilerine para kazandıracağız. Sosyal hayatın her kıvrımında, gözümüze sokulan tabelayı takip etmekle yükümlüyüz sanki. Aslında öyle bir yükümlülüğümüz yok. Fakat bu yükümlülüğü sırtlanmak; ilginç bir şekilde bize zevk veriyor ve kendimize kıymet biçiyoruz. Düzenin kölesi değiliz güya. Öyle addediyoruz kendimizi. Psikolojimizi bu telkinle rahatlatıyoruz. Evet, biz köleler ordusu değil, tüm işlevleriyle köleleşmiş evrensel bir nizamın özgür müritleriyiz! İrademiz öylesine yontulmuş ki, hür benliğimizle intisap etmişiz düzene… Kendimizi bir kurban gibi adamışız…

Demem o ki; kapitalizm, gün geçtikçe olgunlaşan taze bir din… Ve bu bâtıl dinin baş putu bize şöyle emrediyor:

“Canın sıkıldı, için karardı, ruhun bunaldı değil mi? O halde kendine bir iyilik yap. Git şu (X) Amerikan kafesine, kendine sıradan bir kahve ısmarla. Sana biçilen toplumsal statü diplerde geziyor olabilir. Fakat oraya gidince içtiğin kahvenin değerini 3 kat arttıran karton bardakta ismin yazacak ve sen kendini değerli hissedeceksin. Yeni insanlarla, yeni hayatlarla tanış. Yahut kendini hemen bir AVM kodesine tıka. Zaman aksın ve sen ihtiyacın olmayan ne kadar ıvır zıvır varsa satın al. Gerçeklikten tamamen kop ve bir simülasyon evrenine kendini hapset. Bu dünyaya ne için geldiğini, buhranını aslında neyin dindirebileceğini sorgulama. Yalnızca harca! Ben sana, ruhuna bulaşmış bunalım mikrobundan kurtulman için, hedonist bir yaşam vâdediyorum. Seni her zaman aşan ve seni her daim bana mecbur bırakacak bir yaşam…’’

Tek cümleyle; şeytanın verdiği vesveselerden sıyrılmak için yine şeytandan medet ummak…

Oysa insanı tuzlu bir et parçasından ayıran, iç muhasebe yapabilme kudreti değil mi? İnsanın dış kabuk sahteliğinde başka insanlardan ziyade; evvela kendi içinde, kendi insanıyla tanışabilmesi… Çetin bir süreç kuşkusuz, sancılı… Fakat bir o kadar mecburî. Bu mecburiyet, bu insanken insanlaşma mücadelesi; şeytanın vesveselerine karşı diktiğimiz sağlam bir kapı olacak nihayetinde. Zira hakikat, bize şah damarımızdan daha yakın. Bize hakikati fısıldayan da, fıtratı itibariyle, içimizdeki insan, bize yabancılaşan kendi insanımız…

İnsanı kendi özüyle tanıştıracak cesur bir merhaba ile başlar savaş. Ya içimizdeki samimi yabancı kazanır ya da derimize bürünmüş sahte benliğimiz. Galibiyet cihetinden sonrası malum: İnsan, nefsini hesaba çeker ve beşerî çapta şuurunu emri altına alır. Nefis ve şuur, bütün azaları ve düşünceleriyle, insanın içindeki insandır çünkü. Ve insan, kendi insanıyla hemhâl olarak cesetleşmekten kurtulur. Sosyalleşmenin ilk adımı budur işte: Savaşı başlatmak ve içimizdeki yabancının yolunu açmak…

Önce ilk adımı atmayı becerelim. Kendimizi; kendi insanımızı, içimizdeki yabancıyı tanıyalım. Daha sonra toplumsal kadrajda sosyalleşmenin keyfiyet krokisini çizip, özgür müridleri olduğumuz köle nizamını içtimaî düzlemde rafa kaldırmayı düşünürüz…