Sokak hayvanı olur mu?

Abone Ol

Son dönemlerde şehir merkezlerinde artan köpek çetelerinin sebep olduğu ölüm ve yaralanmalar, gerçek anlamda bir soruna işaret ediyor.

Bu sorunun büyüklüğünü de ancak yüreğine ateş düşenler tarif edebilir; tarif etme hakkına sahip kişiler olarak. 

Belirli bir dönemde artan lobi faaliyetleriyle, “sokak hayvanları”na karşı yürütülen çabalar, ciddi anlamda engellemeyle karşılaşıyor.

Bir insanın ölümüyle, hayvan sevgisi arasına sıkıştırılmış ve adeta “Bu köpek çetelerine karşı gerçekten çaresiz miyiz?” sorusunu sorduran bir meseleyle uğraşıyoruz.

Hayvan sevgisinin realitelerini zorlayan, irrasyonel bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu görmek zorundayız.

Çocukluğunu köyde geçirmiş, bazı yıllar evinin hayvanlarının bakım ve hizmetini neredeyse tek başına yapmış biri olarak, hayvan sevgimi de hiç kimseye sorgulatmayacağımı ifade ederek yazıyorum.

Lakin olması gerektiği yerde ve olması gerektiği gibi.

Sokakların köpek çetelerine bırakılması bir demokrasi savunusu olamaz.

Köylerde ancak yırtıcı-yabani hayvanlardan korkarsınız ve onların sahasına da tedbirle girersiniz.

Lakin kendinizi güvende hissettiğiniz, hissetmeniz gereken şehirlerin göbeğinde, yabani özellikler taşıyan hayvanların saldırısına uğrama ihtimalinden de emin olmak istersiniz.

Ne yazık ki, özgürlükleri insan için yanlış anlayanlar olduğu gibi hayvanlar için de yanlış anlayanlar var.

Bazen hayvanların dilinden anladığını ifade eden yorumcular, bu köpek çeteleriyle karşılaşınca nasıl bir enformasyonla hareket edilmesi gerektiğine dair dersler veriyorlar.

Fakat neden bu iletişimi kurmak zorunda kalmamız gerektiğini de izah etmeleri gerekiyor.

Ya da bütün toplumu hele de çocukları, bu konuda kusursuz eğitmek mümkün mü?

Ben bunun imkânsız olduğu kanaatindeyim ve şehrin göbeğinde kontrolsüz, dilinden anlamadığım bir köpek çetesiyle muhatap edilmek istemiyorum.

Ne yazık ki kitleler çağında belli bir kitlesel güç elde eden her şey, kendisini dayatabiliyor.

Hatta irrasyonel olanlar da buna dahildir.

Bu çerçevede İstanbul Valisi Sayın Davut Gül’ün yaptığı son kararlı çıkışları, çok destekliyorum ve kararlılığının, beklentiler çerçevesinde gerçekleşmesini de yürekten diliyorum.

Nasıl ki bir insan bir hayvanın canına zarar verdiğinde tarifsiz olarak üzülüyorsam, bir hayvanın -hem de şehrin göbeğinde- bir çocuğumuzun hayatına mal olmasına da katbekat üzülüyorum.

Bu çerçevede aklın sınırlarını zorlayan hatta dışına çıkan, insan ile hayvanı eşitleme çabalarını da asla doğru bulmuyorum.

Özü itibarıyla her türlü eşitlemenin farklılıkları yok ettiğine inandığım için her türlü eşitlemeye, ilkesel olarak karşıyım.

Her şey fıtratıyla değerli çünkü.

Sayın Vali, göçmenler konusunda da çok kararlı çıkış yaptı ve yakında İstanbul’un gündeminden çıkacağını ifade etti.

Bu konuda da aynı tavırlar önemli; lakin imalat sanayisinin temsilcilerinin işçi bulma sorunları da kısa vadede önemli bir üretim açığı oluşturabilir.

Kendi gençlerimizi bu sahalara yönlendirmenin yollarını da mutlaka üretmek zorundayız.

Onlara cazip gelebilecek koşulların bulunması da ciddi bir çaba gerektiriyor.

Bir yanda kitleselleşebildiği için ve siyasi destek bulabildiği için “güç” elde eden “göçmen karşıtlığı” diğer tarafta ise bu kadar gündem yakalayamayan ama kara kara düşünen üretim sanayisi.

Dengelerin oturması epey zaman alacak gibi.

Bu zeminde kayıpların ve kazançların çok iyi hesap edilmesi gerekiyor.

Nasıl ki, “göçmenler sorunsuzdur” demek yanlış ise “hiçbir katkıları yoktur” demek de yanlıştır.

Göç politikalarımız epey mesafe kazanmış görünüyor.

Bunun da zaman içerisinde dengelenecek bir konu olduğuna inanıyorum.

Gelişen ya da gelişmiş her ülke kontrol edebileceği kadar göçmen almak zorundadır ve cari gerçek budur.

Mesele geçici sorunlarla popülistleşen karşıtlığın, politikaları işlevsiz kılmasına mâni olmak ve ülke çıkarlarına göre davranmaktır.

O çıkarların ne olduğunu en iyi bilenler de ihtiyaçlara hâkim olanlardır…