Sıvı zemin ve sıvı modern

Abone Ol

Bugün iki türlü yıkımı birlikte yaşıyoruz.

Biri maddemizi yıktı, diğeri manamızı.

Hâlâ devam eden yıkımın hedefinde ise mana âlemimiz var.

Deprem uzmanları maddi yıkımların en önemli sebeplerden birini, binaların ovalara ya da alüvyal alanlara yapılması olarak ifade ettiler.

Sıvılaşan zeminin, deprem dalgalarını daha da artırdığını ve felaketi katmerlendirdiğini söylediler.  

Fakat sıvılaşma sadece seçilen yanlış arazilerde olmadı.

“Batı’nın çocuğu” moderniteyi de toplumsal yapımızı inşa ederken, yanlış bir zemin olarak kullandık.

Zygmunt Bauman’ın, “sıvı modern” diye tarif ettiği, değerlerdeki yozlaşma da en az depremdeki yaralarımız kadar can yakıyor şimdi. 

Toplumsal yapımızın kaç şiddetinde sallandığının da ölçülmesi lazım; hiç kolay olmasa da!

Ve elbette hasar alıp almadığının, aldıysa ne kadar aldığının da sosyologlar tarafından çok iyi analiz edilmesi gerekiyor.

Yıkılan binalarda bu ahlaki yozlaşmayı temsil eden değerlerdeki sıvılaşmanın payının ne olduğunun iyi hesap edilmesi gerekiyor.

Betondan, demirden çalınanın, denetimde eksik bırakılanın maliyetini başka nasıl hesap edebiliriz?

Ahlakta yaşanan sıvılaşmanın önemli alamet-i farikası toplumların tutunabilmek adına yüzlerce yılda katılaştırdığı bütün değerlerini yerinden eden “yapı söküm”cülüktür.

Nevzuhur ve toplumsal kodlara yabancı pek çok ithal kültür unsurunu sorgulamadan yüklenen zihinlerin, bugün çok ciddi bir ahlaki yıkımına da şahitlik ediyoruz.

Hiçbir şeyin yeteri kadar içselleştirilemediği, ortak duygu ve hissiyatın oluşturulmasına izin vermeyen bu akışkanlık, akıntıya kapılanların feryadından başka hiçbir sesin duyulmasına müsaade etmeyecek noktaya ulaştı, neredeyse.

Bu çifte sıvılaşma, acının hep taze bırakıldığı, kabuk bağlamasına müsaade edilmeyen, insanlığın bir vicdan yarasına dönüşmemeli!

Çok garip gelgitler yaşıyoruz.

İyiye ve kötüye dair her şey aynı anda tecelli ediyor.

Bir yanda adeta merhamet olup yağanlar, diğer bir tarafta ise bu acı üzerinde tepinerek vicdanları kanırtanlar var.

Üstad Necip Fazılı Kısakürek’in; “Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir” ifadesinin tecellisi yaşanıyor adeta.

Bir yanda ayağındaki ayakkabısını çıkarıp bir depremzede kardeşine verenler var, diğer yanda kiralarını iki katına çıkaran, nakliye ücretlerini vicdansızca artıran, bir çorbayı yüz liraya satmaya çalışan ya da soğan fiyatını yirmi liraya dayandıranlar var.

Kuralların hep sıvı kalmak zorunda olduğu bir toplum imajı, öncelikle o toplumun fertlerine asla huzur ve güven vermeyecektir.

“Haydutça” ve adeta fırsat kollayan anlayışları yaşatmaya çalışanlar, mutlaka iyi kalmayı başaranların o katı duvarına çarpmak zorunda…

Bu katı duvar en başta bu kadim toprakların bin yıllık maliki olan devlet geleneğimizin de duvarıdır.

Ahlaksızlığa “had” bildirecek o kudretin varlığından hiç şüphe etmiyorum.

Lakin ahlaksızların hamleleri de acının en kesif anına yoğunlaşıyor.

Zira istismara en açık zamanı kolluyor, insanları en zayıf anında yakalıyorlar.

Onun için adaletin de en az onlar kadar hızlı olması ve tam suçüstündeyken enselerine çökmesi çok büyük bir anlam taşıyor.

Evet, dünya iyilerle kötülerin mücadele ettiği bir imtihan sahası…

Hiç günahın olmadığı melekler diyarını bu dünyada aramak beyhudedir.

En azından iyiliği hâkim kılmak ve kötülüğe galebe çalmak niyetiyle mücadele etmek zorundayız.

Ancak kötüler kazanamayacağını anladığında iyiler huzura erecek.

Meselemiz budur!