Ahmet Haşim, Frankfurt Seyahatnamesi adlı kitabında bir tren yolculuğu yaparken başına musallat olan sineği anlatır. “Sinek” adını verdiği denemesinde, bir sineğin başının etrafında gürültülerle dönmesini, iğrenç gürültüsünün “Çin işkencesini” andırışını, kurtulmak için son çaba olarak yer değiştirmek mecburiyetinde kalışını anlatır. “Herkes gibi sineklerin ahlâkını az çok bilirim, onlara zıt gitmeye gelmez.
Bana musallat olanın teslimiyetimi görüp nihayet defolacağını umarak kımıldamadım ve müthiş bir sabırla benden uzaklaşmasını bekledim. Ne gezer! İğrenç böcek, düşüncemi anlamış ve sinirlerimin tahammül kabiliyetini ölçmek istiyormuş gibi, gitmek şöyle dursun, yarım harap ettiği sinirlerimi son haddine kadar aşındırmak için konduğu yerde daha derin yerleşerek, ıslak hortumu ve soğuk bacaklariyle derimin üzerinde ağır ağır; küçük küçük ürpertici daireler çizmeye koyuldu. (...) Çin azaplarını kat kat geçen bu müthiş işkence altında fazla dayanamadım” şeklinde anlatan Haşim, sinekten kurtulmak için tokat dahi atar ancak sinek “sanki gülerek süzüle süzüle” gelir, tacize devam eder.
Hepimizin hayatında, cemiyetimizde, mahallemizde, hatta memleketimizin başında bu baş belası sinekten var. Sinek ne kelime! Sinekler var. Bu asalak hayvanlar başımızın etrafında dönüyor. Nefretle de baksak, tokatlasak da o iğrenç gürültüleri dinmiyor. Başını rahatça bir köşeye dayamanızı bekliyorlar ve bir anda ortaya çıkıyorlar. İğrenç gülüşleriyle, taciz eden gürültüleriyle başımızın belası kesiliyorlar! O sineklere bu rahatlığı veren uçma hürriyetleri! Hürriyet dediysem onlar öyle sundukları için. Yoksa onları uçuran yetiler, kendilerinin doğuştan kazandığı yetiler değil. Sinekler tabiatları icabı uçma yetisiyle yaratılmışlardır, doğal olarak onlar uçabilmelerinin ayrıcı bir yeti olduğunun bilincinde değillerdir.
Onlar için uçmak, bizim için yürümek kadar doğaldır. Bizim başımıza üşüşen sinekler için ise uçmak ayırt edici bir maharet. Uçurulduklarının farkındalar, bu yüzden rol yapıyorlar. Onları uçuran güç söndüğünde veya onlardan desteği bir gün kestiğinde yere çakılıp kalacaklarının ve bir daha bırakın uçmayı, yürümek için dahi ayağa kalkamayacaklarının farkındalar. Arsızlıkları bu yüzden! Arkalarına aldıkları güç, onlarda kibir olarak tecelli buluyor.
Oysa kendilerinde hiçbir maharet yok. Bunu bildikleri için de onları uçuran gücün borazanlığını yaparak kendilerini göstermeye çalışıyorlar. Yalancı bir ilgiyle de gösterdiklerini sanıyorlar. Tokat işe yaramayacağı gibi, Haşim’in sineğinden farklı olarak yer değiştirmemiz de işe yaramayacak bunlardan kurtulmak için.
Çünkü bu hayvanlar, pervasız ve yüzsüzler. Birilerinin onlara el vermesine o kadar alışmışlar ki, kişilikleri silinmiş, bu nedenle de utanma duygularını kaybetmişler. Sığınabilecekleri tek kaleleri, kibirleri. Bu yüzden cennete giremeyecek, bu yüzden de bu dünyada helak olacaklar. Yapmamız gereken tek şey onların şahsiyetlerini ciddiye almamak. O asalak hayvanlar o kadar güç sarhoşluğuna kapılmış durumdalar ki, onlarla mücadele etmeye kalktığınızda ciddiye alındığını zannederek kibirleri şahlanacak.
Ezop şöyle bir masal anlatır: Oğlağın biri evin içine girmiş, bir de bakmış ki kapının önünden bir kurt geçiyor. Ağzını bozmuş, başlamış sövüp alay etmeye. Kurt başını çevirip “A zavallıcığım, bana sen mi sövüyorsun sanki? O senin bulunduğun yer sövüyor” demiş!