Geçen yazıda 6284 ve/ya İstanbul Sözleşmesi bağlamında kadına şiddet meselesine bir parantez açmaya çalışmıştık.
Vay ki vay!..
Bir şeyi doğru anlayabilmek için doğru zeminde tartışmak gerekiyor. Doğru bilgilerden yardım almak gerekiyor. Yoksa kökten retçi ve ön kabulcü reflekslerimiz yüzünden bazen doğruyu da, doğruya yakını da, doğru gibiyi de ıskalıyoruz. Ortada sakat düşünceler, yanlış anlaşılmalar, kişisel yorumlar kalıyor…
Çok basit ifadeyle muradımız şu: Ciddi anlamda artan kadına (her türlü) şiddet veya aile içi şiddet meselesine kulaklarımızı tıkamayalım. Kanunları gereği gibi işletelim. Genelgelerle, KHK’larla caydırıcı önlemler alalım. Kanayan bu yaraya neşter vuralım. Cezalar caydırıcı olsun…
Bir avuç müptezelin…
Bir kısım şarlatanın insafına bırakmayalım bu işi…
Meseleye sadece kadını veya sadece erkeği korumak olarak bakmamak gerekiyor.
Adil olmak, birini ötekine kırdırmamak konusunda kafa patlatmak gerekiyor.
Ne kadınları erkeklere ne de erkekleri kadınlara karşı kışkırtmadan bu işi halletmek gerekiyor.
Varsa mevcut düzenlemelerdeki hataların giderilmesi gerekiyor.
Örneğin 30. maddenin 3. bendindeki ifade gibi:
“Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz. Önleyici tedbir kararı geciktirilmeksizin verilir. Kararın verilmesi, kanunun amacını gerçekleştirmeyi tehlikeye sokabilecek şekilde geciktirilemez.”
Toplumda herkesi potansiyel suçlu görmek, herkese olağan şüpheli gözüyle bakmak ciddi bir sorun. Bu konuda geçtiğimiz yıllarda çok acı tecrübeler yaşadık. Birine karşı düşmanlık besliyorsanız “bu adam şucu” dersiniz…
Veya sokakta yürürken kolluk kuvveti bir hareketinizden hoşlanmayıp sizi derdest edebilir.
Buna benzer durumlar üzerinde durduğumuz mesele için de geçerli olabilir.
Bir kadın veya bir erkek eşine pekâlâ iftira atabilir. Ondan kurtulmak için herhangi bir şeyle suçlayabilir. Bu durumda tedbir müessesi elbette işletilmeli…
Ancak delilsiz, şahitsiz, mesnetsiz bir hükümde bulunulmamalı.
Güney illerimizden birinde…
Genç bir kadın, yaşadığı köydeki üç kişinin kendisine tecavüz ettiği iddiasını mahkeme salonuna taşıdı. Mahkeme meseleyi ciddiye aldı. Duruşmalar devam ederken bilirkişi heyeti oluşturuldu. Çapraz sorgulamalar, psikolojik testler filan… Kadının iddiaları yalan çıktı.
Sonuç: Genç kadın, o sıralar özel bir televizyon kanalında yayınlanan bilmem kimin suçu ne dizisinden çok etkilenmiş. Kendini filmin kadın karakteri yerine koymuş ve böyle bir senaryo uydurmuş. Daha sonra kendi yazdığı senaryonun içine girmiş…
Bu ve benzeri…
Hatta daha farklı örnekler vardır toplumumuzda.
Her meseleyi akışına bırakırsak…
Bir gün adalet yerini bulur diye üzerini örtersek…
Hesabı mahşere havale edersek…
Toplum/aile düzeni nasıl korunacak?
Sadece ülkemizde değil…
Bütün dünyada kötülüğün tarihi yeniden yazılıyor.
Bu kötülüklerin içindeki en kötülerden biri anne-babalarına, eşlerine emanet edilen kadınların yaşadığı dram…
Bu kötülerin içindeki en kötülerden biri de…
Aile harcının sulanması. Saygı denen tutkal içeriğinin tavsaması. Kendilerine bağımsız bireyler elbisesi diktiren eşlerin sadakatlerinin eksilmesi. İçinde masalların anlatıldığı büyük evlerden kibrit kutusu evlere geçilmesi…
Veda Hutbesi’ni hatırlayalım…
“Kadınlarınız Allah’ın size birer emanetidir. Onlara yaptığınız muamele hususunda Allah’a hesap vereceksiniz.”
Ezcümle…
İtirazımız, şiddeti -sadece- iktidar kurmanın bir aracı olarak görenlere…